3 Ocak – 1 Şubat 2020 tarihleri arasında, “Üçüncü Yer” başlıklı Misafir Sanatçı Sergisi #1, Tyler Thacker (d. 1984, ABD) ve Erin Wolf Mommsen’in (d. 1996, Dominik Cumhuriyeti) biyotaklit temasından yola çıkan çalışmalarını müzenin zemin katındaki interaktif alanda bir araya getirdi.
“Üçüncü Yer” ismi, sosyolog Ray Oldenburg’un insanın evi (birinci yer) ile işi (ikinci yer) arasında vakit geçirdiği yerleri belirtmek amacıyla türettiği terimden geliyor. Üçüncü yerler bireylerin fikir alışverişi yaptığı, ilişkiler kurduğu mekânlardır. Burada, ev, iş ve bu üçüncü mekân birbiriyle yer değiştiriyor, üçünün arasındaki eşikler iç içe geçiyor. Ayrıca kavram, görüş alışverişi için düzenlenmiş üçüncü bir yer olarak “müze”nin keşfini de vurguluyor.
Aşağıda sanatçılarla sergiye giden süreçteki Eskişehir deneyimleri üzerine konuşuyoruz.
Misafir Sanatçı Programı #1 videosu için tıklayın.
Tyler Thacker
Daha önce hiç Eskişehir’e gelmemiş birine burayı nasıl tarif ederdiniz?
Burada hayat New York’ta alıştığımdan oldukça farklı. Bir şehir merkezi var ve tüm özellikleriyle şehir gibi hissediliyor. Ancak müzenin ve atölyemizin bulunduğu alan arnavut kaldırımlarıyla, birbirine sıkı sıkı bağlı yerli halkıyla, buranın çok sevilen lületaşından yapılmış hediyelik eşya satan dükkanlarıyla daha çok bir köy havasında.
Uzun zamandır atölye pratiğiniz var. Peki, bu katıldığınız ilk misafir sanatçı programı mıydı?
Evet, bu benim ilk misafir sanatçı programımdı. Pratiğim büyük ölçüde izole bir biçimde işliyor, kurumların ve geleneksel eğitimin dışında kalıyor. Buna ek olarak son birkaç yıla kadar kamusal pratiğim yoktu. Ama bu benim uzun sayılacak üç aylık bir süreçte yerel dili konuşamadığım, yabancı bir ülkede olduğum ilk misafir sanatçı programım. Bununla kıyaslayabileceğim çok fazla başka deneyimim yok ama oldukça tatmin ediciydi.
Tüm sürecin en iyi tarafı neydi?
Bence sürecin en tatlı yanı yerel halkla karşılaşmalarım ve çalıştığım sırada bizimle takılan ve âşık olduğum sevimli bir kediydi. Resim yapmak bazen gerçekten çok yalnızlaştırıcı bir pratik olabiliyor, bu anlar sizde uzun süreler boyunca yaratıcı bir yalnızlıkta seyrettiğiniz alışkanlıklar edinmenize yol açıyor. Bu deneyim yerel halkın içine işleyen olumlu bir deney gibiydi ve gerçekten ilham vericiydi.
Misafir sanatçı programında yer almanın, ya da her gün stüdyoya gelmenin zor bir tarafı var mıydı?
Ben yaptığım işi seviyorum. Resim yapmam için desteklendiğim ve bu konuda büyümeye devam ettiğim için kendimi şanslı hissediyorum. Bu deneyim için de minnettarım. Resim yapmayı çok önemsiyorum, fikirler geliştirmeyi, iletişim kurmayı ve farklı dillerde söylemler üretmeyi önemli buluyorum. Bu anlamda işin benim için kötü yanı hiç olmadı. Çok güzel bir stüdyom vardı. Zaten genelde de sürekli resimle ilgili fikirlerime yetişmeye çalışıyorum. Program kısa sürede bütünüyle yoğunlaşmama olanak sağladı.
Kısaca açıklamanız gerekirse, biyotaklit size ne ifade ediyor?
Doğanın insanlıktan daha uzun bir zamandır etrafta olduğunu düşünürsek dünyayı sürdürülebilir kılmak için doğayla birlikte sistemin bir parçası haline gelmenin yollarını bulmamız gerektiğini düşünüyorum ve biyotaklite böyle bakıyorum. Dört-beş yıl doğada yaşamla ilgili etraflıca bilgi edinmiş biri olarak, içinde büyüyebileceğim kent manzarasından uzak yaşamı, hayalini kurduğum doğayı her yönüyle düşünmek buradaki asıl konu değil. Doğa bazen çok sert olabiliyor. Onun büyümesini, değişmesini ve yeniden şekillenmesini sağlayan, saldırgan bir bozulma ve yenilenme biçimi var. Bu anlamda, biyotaklitle ilgili yaptığımız tartışmalarda ve doğadan ilham alan yapıtlar üretmekle ilgili benim en önemli çıkış noktam bu saldırgan yenilenme biçimi oldu.
Erin Wolf Mommsen
Daha önce hiç Eskişehir’e gelmemiş birine, burayı nasıl tarif ederdiniz?
Ben aslen Dominik Cumhuriyeti’nde büyüdüm ve bizim zamanımızın çoğunu geçirdiğimiz Odunpazarı’nda da orada deneyimlediğim yalınlaştırılmış yaşam biçimi var. Odunpazarı gerçekten zengin bir gelenek ve tarihi barındırıyor.
Misafir sanatçı programı sırasında atölyede geçirdiğiniz vakit oldukça geniş. Her gün atölyeye gelmenin en iyi tarafı neydi?
Bu hep çok istediğim bir şeydi ve New York’ta bunu yapmak neredeyse imkânsız. Orada 12 kişiyle paylaştığım bir atölye alanım vardı, pahalıydı ve sadece malzemelerimi koyacak kadar yerim vardı. Bu yüzden bir alan yaratamadım ve oranın bana ait olduğunu hiç hissetmedim. Bu sebeple buradaki atölyeyi kullanmak, kendimi ve pratiğimi yaratırken bir mekâna sahip olmak ve bunun rahatlığını hissetmek benim için bu deneyimin en heyecan verici kısmıydı.
Müzenin günlük hayatınızda bir yeri oldu mu? Aralarda orada vakit geçirmeye gidiyor muydunuz?
Evet, birkaç kez gittim. Bir seferinde üniversiteden mimarlık öğrencileri geldi, 45 kişilik bir gruptu. Hepsi çizim yapıp ve müzeyi inceliyordu. Ben de oraya oturdum; bu kolektif enerjinin içinde olmak gerçekten özel ve huzur vericiydi.
Çalışmalarıma aklımdaki görsel bir fikirle başlıyorum. İşin içine tesadüfleri katmayı seviyorum. Bazı belirlediğim kompozisyonları yapmaya girişip onların üzerini kapatıyorum, değişiklikler yapıyorum. Bu düşünce katmanlarının kimini açığa çıkarırken, kiminin de üstünü kapatıyorum. Eseri keşfetmek üzerine kurulmuş bir süreç.
Kendinizi Eskişehir’de nasıl konumlandırdınız?
Sadece çocukluğumda değil, yetişkin hayatım boyunca da yer değiştirdim. Çalışırken sık sık şehir değiştirmem gerekti, bir çok şehirde üçer dörder ay yaşadım. Hep başka bir yerdeydim, hiç bir zaman oturmuş bir sisteme sahip olamadım. Bu yüzden bir şekilde buna alışığım, bu aslında en eğlenceli kısmı. . . Eskişehir’de geçirdiğim zaman için minnettarım.