İstanbul’da yaşayan ve çalışan sanatçı Ahmet Doğu İpek’in 2019 yazını ne kadar yoğun geçirdiğini tahmin etmek zor değil: Sanatçının yakın dönem üretimleri kültür-sanat çevrelerini hareketlendiren iki yeni müzenin (OMM ve Arter) açılış sergilerinde yer alırken, Abdülmecid Efendi Köşkü’nde, bienale paralel gerçekleşen “İçimdeki Çocuk” sergisinde, mimar Hakan Demirel’le birlikte yarattığı mekâna özgü yerleştirme Soupir izleyicilere doğanın kadim ve bazen karanlık gücünü anımsatıyor. İpek’in Galeri Nev İstanbul’daki ilk kişisel sergisi Aşı'da ise, sanatçının farklı malzemeler ve tekniklerle bir tema altında bir araya getirdiği yaklaşık bir buçuk yıllık üretimini sergileniyor. Sergi 26 Ekim’e kadar devam ediyor.
Yola çıkış noktası “benzemez”lerin bir araya gelip birlikte yaşayabilme ihtimali olan ve “melezleşme” üzerine bir meditasyon olarak da tanımlanabilecek sergide, sanatçının süreç odaklı suluboya ve mürekkep çalışmalarının yanı sıra, küçük müdahalelerle şekillendirdiği buluntu formlar ve yerleştirmeler yer alıyor.
Ahmet Doğu İpek’le yoğun geçen bir yaz mevsiminin ertesinde, Galeri Nev İstanbul’daki kişisel sergisi Aşı üzerine sohbet ettik.
Aşı’da sizin daha aşina olduğumuz işlerinizden, “Construction Regime” serisinden bir iş var, ancak son dönemdeki üretimlerinizle yan yana, yeni bir hikaye anlattığına tanık oluyoruz. Bu bina peyzajlarını 2011’den beri yapıyorsunuz. Peyzajlarda beliren “canavar inşaat” durumu İstanbul’da 1980’lerden itibaren hayatımıza giriyor, ancak sanıyorum Fikirtepe, Batı İstanbul gibi yerlerin oluşmasıyla bizim kuşak en yüksek, steroid almış noktasına şahitlik ediyor. Bu binalarla olan ilişkinizden biraz bahseder misiniz?
Benim o resimlerim sonradan İstanbul’a gelmiş biri olarak, İstanbul’da yaşadığım o yoğunluğun ve sıkışmanın, kasvetli, kaotik ve abartılmış görselleri. Bu, kentin görüntüsünün doğrudan yansıması değil tabii ki, içindeyken hissettiğim yoğunluk ve sıkışma duygusunun yüzeye aktarımı aslında.
2000 ortalarından sonra inşaat ölçeği inanılmaz bir şekilde yukarı çekildi, inşaat sektörü ülkenin ekonomik lokomotifi haline geldi. Emek de, insan gücü de, para da oraya yığıldı. Ve o durunca bir sürü şey duruyor, şu an olduğu gibi. Bu sırada, olan yaşadığımız şehre, İstanbul’a oldu. Kuzey Ormanları’ndan başlayıp neredeyse Tekirdağ’a yaklaşan bir İstanbul sınırı, trafik ve yoğunluk... Ve bu şuna da sebep oldu: Çok büyük bir enerjiyi sadece bir alana “yatırım” için yığdığınızda, geri kalan büyük coğrafya bundan mahrum kalıyor. Bu nedenle, Anadolu’daki pek çok şehir birbirine benzer görüntü ve garibanlıkta. Neredeyse şablon diyebileceğim binalar, dağlara tepelere kadar uzanıyor. Bu yapıların hiçbiri bir değer yaratmıyor aslında.
Bugün yaşadığımız dünyada hastalıklı olan sadece binalar değil; yediğimiz yiyecek, su gibi temel ihtiyaçlarımız da öyle, üstelik yetmiyor.
Sadece barınak işlevi görüyor. Bu, tek başına ne bir enerji, ne bir değer, ortaya çıkarabiliyor. Sadece enerji tüketip durduğu yerde bekleyen bir şey ve ancak el değiştirdiğinde bir “değer”e dönüşüyor.
Bugün yaşadığımız dünyada hastalıklı olan sadece binalar değil; yediğimiz yiyecek, su gibi temel ihtiyaçlarımız da öyle, üstelik yetmiyor. Bu yüzden, laboratuvarlarda üretilen tahıldan gelen ekmekler yiyip, temiz su için para veriyoruz. Çok temel ihtiyaçların birer ranta dönüşmüş olması hayli can sıkıcı.
Eğitim krizi, su savaşı, yiyecek sıkıntısı gibi konuların her yerde konuşulması, bizi diğer felaketlerin de beklediğinin bir göstergesi. Çok değil, bundan birkaç sene önce (ve hâlâ), inşaat, kent sorumluluğu, kent, şehrin kendisi ya da mimarlık çok benzer bir şekilde gündelik hayatımızın ana konularından biriydi. Ben de bu atmosferin içinde yaşayan biri olarak, bu durumdan etkilendim ve kendimi bu seriyi (“Construction Regime”) yaparken buldum. Tüm bunlardan bağımsız olarak, mimarlığa olan düşkünlüğümün de bu süreçte etkisi oldu.
Bu seneki bienalde ve bienali çevreleyen sergilerde de toprak teması çok yoğundu ilginç bir şekilde.
Evet, çünkü ayaklarımız neredeyse artık toprağa değmiyor. Şu an bastığımız her yer yapılı, tasarlanmış, düzeltilmiş ve temizlenmiş. İnsanoğlunun, şehirleşme ve beraberinde gelen şeylere henüz tam olarak ayak uyduramadığına inanıyorum çünkü modernizm ve beraberinde gelen hızlı şehirleşmeyle gelen geçiş süreci çok hızlı oldu. Dolayısıyla o adaptasyonun henüz gerçekleşmediğini, insanın bir yandan doğayla bağı ve özleminin sürdüğünü düşünüyorum. Burada beni düşündüren, bunun sadece bir “özlem” olması. Şu anda şehirden gelen bir insanı doğaya bıraktığınızda, ne yapacağını bilemiyor. Çünkü tarım kültürünü unuttu, hayvanlarla iletişimi yok, hayvan ve toprağın uyumuyla ortaya çıkan köyler neredeyse sadece yaşlıların yaşadığı mekânlara dönüştü. Orada genç nesiller barınmıyor. Milyonlarca yıla dayanan o süreç, kırk-elli yılda böyle atladı ve insanlar o arada birçok şeyi unuttu, birçoğu da unutturuldu.
Aşı’da en çok etkilendiğim ve beni en çok şaşırtan eserler, ceviz ağacı kökleriyle taşların buluştuğu, kökten oyulmuş heykellerdi. Duyduğum kadarıyla hikâye şöyle: Mobilya yapımında kullanılan ceviz ağaçlarının köküne, boyuna uzamamaları için taş konuluyor. Siz bu köklerle çalışıyorsunuz. Buluntu nesnelerle çalışmaya nasıl başladınız?
Daha önce bir ceviz ağacı kökünü yontarak sehpa şeklinde bir heykele dönüştürmüştüm. Onun üzerinde çalıştığımda, ayaklardan birinin bittiği yeri oyarken kıvılcım çıkınca içinde taş olduğunu fark ettim. Biraz büyülenmiştim. Orada hareket edemeyen bir canlı ve cansız karşılaştıklarında birbirlerine olan tepkilerini görüyorsun. Sonra bu sergi için tekrar o ilk kökü bulduğum yerlere gittim. Köklerin üst kısmını büyük bir elektrikli testereyle kesip endüstriyel olarak kullanıyorlar, alt kısmını atıyorlar. Atıkların olduğu depolara baktım, topraklı kökleri acaba içinde taş olabilir mi diye topladım, tekrar yontmaya ve kesmeye başladım. Hakikaten de kestikçe içinden o taşlar, kayalar çıktı. Benim aslında tek müdahalem, o taşları görünür kılarak doğanın yaptığı bir “aşı”yı görünür kılmaktı.
Bir arada yaşamaya çalışmanın, var olduğunu sandığımız birçok problemin cevabı olduğu kanaatindeyim.
Bu ağaç kökleri ve taşların birlikte yaşaması durumu Aşı'nın ana fikriyle bağlantılanıyor.
Evet tabii. Bu eserlerin bir kısmını ben yaptım, ama bir kısmını doğa zaten yapmıştı. Sergiye hazırlık sürecinde, “aşı” metaforu üzerinden, bir arada yaşama, aynı kökte var olma, aynı sofraya oturma gibi, bir arada var olmanın imkanlarını sorguladım. Doğaya da baktım ve orada bulduklarımı da dönüştürüp resimlerle birlikte gösterdim. Genellikle, bir araya getirilmiş iki form üzerinden yeni bir bütün elde edebilir miyim düşüncesiydi bu. Bu benzemezler ve ikilikler benim için önemli. Çünkü bana kalırsa, enerjilerin ve yeni şeylerin ortaya çıkması için, ikiliklerin çarpışmasına ihtiyacımız var. Tıpkı bir kıvılcımın çıkması için artı ve eksi kutupların karşılaşması gibi. Bu kıvılcım ve beraberindeki ateş kimi zaman yıkıcı da olabilir; küçük ölçekte kavgalara, büyük ölçekte savaşlara kadar da gidebilir. Buna karşın ben daha iyimser bir yerden bakıp okumayı tercih ettim. Köklerin ve taşların yarattığı birliktelik, birbirini kabul etmek, birbirini kucaklamak, sarılmak gibi hissettiriyor bana. Bir arada yaşamaya çalışmanın, var olduğunu sandığımız birçok problemin cevabı olduğu kanaatindeyim. Varsın bir araya gelebilsin insanlar, varsın dokunabilsinler.
Ağaçlara dair umutlarım neler diye sormak daha doğru olur.
Sergi alanında bir de ufak çam var. Eserlerden biri değil ama serginin bir parçası. Hikâyesi ne ve bu çama dair umutların neler?
Ağaçlara dair umutlarım neler diye sormak daha doğru olur. Sergide bahsettiğim aşı, bildiğimiz medikal bir aşı değil. Daha çok, ağaç fidelerine yapılan botanik aşıdan söz ediyorum. Bu aşıları küçükken izlemiş ve kendim de yapmıştım. Kısaca anlatmak gerekirse, yetişkin bir ağacın gövdesine, kabuk yarılarak aynı familyadan başka bir ağacın taze dalı iliştirilir ve kabuk kapatılır. Bu işlem, genellikle bahar aylarında yapılır. Örneğin acıbadem ağacı çok acı olduğu için ve yenmediğinden, onun dalına tatlı badem, kayısı ya da şeftali gibi aynı familyadan birinin dalı yarılarak içine konulur ve bağlanır. Bu aşı tuttuktan sonra, birine öncelik verilir ve diğeri genellikle kesilir. Dolayısıyla gövde aynı kalır, ama üzerinde yetişen artık başka bir ağaç, yeni bir meyvedir.
Sergideki çam ise, Orman Fakültesi’nden aldığım, geçen Şubat ayında aşılanmış bir çam; yeşil çam ile mavi ladinin eşleşmesi. Hikâyesi de şu: Yeşil olan zaten bizim coğrafyada çok yetişen, özellikle Karadeniz’de olan yerel bir tür çam. Ama çok görkemli bir çam değil. Mavi ladin, yani mavi çam ise çok ihtişamlı ve görkemli bir ağaç. Bu görsel özelliklerinden ötürü daha çok tercih ediliyor. O da bizim ülkemizde yetişmiyor. Yurtdışından fide getirip, onun dallarını kesip bizim yeşil çamlara aşılıyorlar ve bu coğrafyadaki hayatına bu şekilde başlamış oluyor. Sonra onları peyzajlarda ya da endüstriyel olarak kullanıyorlar. Bu aşılanmış çamı sergiye koydum çünkü diğer işlerde çok sembolik olarak kullandığım aşılama kavramının somut karşılığını sergi boyunca bizimle yaşayan bir bitki üzerinden göstermek de istedim. Benim biraz da politik bulduğum “bir arada yaşama” halinin doğada gerçek bir resmi olarak orada dursun ve biraz da kafamızı karıştırmaya devam etsin istedim; en azından benim kafamı karıştırsın. Karışıyor çünkü bu aşılama meselesinin bana hatırlattığı olumlu ve olumsuz şeyler oluyor.
Olumlu, çünkü beraberinde melezleştirmeyi getiriyor ve ortaya yeni, hibrid bir form çıkarıyor. Bu da bence mevcut duvarları, sınırları, sınıfları kaldırmanın en iyi yollarından biri. Olumsuz, çünkü bu genellikle belli çıkarlar doğrultusunda insanlar tarafından yapılıyor. Dolayısıyla, bu işlemi çıkar ve menfaat ilişkisi üzerinden kuruyoruz. Çirkinlik, güzellik, güç, çıkar gibi öncelikler üzerinden... Doğadaysa, mavi çam ve yeşil çamı yan yana koyduğumuzda biri diğerine üstünlük taslamıyor aslında. Birlikte yaşayabiliyorlar. Tabii ki aşılanıyorlar, melezleşiyorlar. Sergideki hazır nesnelerden en hazır olan oydu. Fidanlıktan alıp saksıya koyduk ve bitti. Bir sanat eseri değil o, bir durumu gösteriyor sadece.