Yoğun araştırmalara dayanan sanal gerçeklik deneyimleri yaratan Londralı kolektif Marshmallow Laser Feast’in iki eseri şu anda OMM’da sergileniyor: Bir Hayvanın Gözlerinden (In the Eyes of the Animal) izleyicileri ormanı, yerlisi olan canlıların gözünden bakmaya davet ederken, Ağaca Övgü (Treehugger) ise bir Sequoia ağacının bakış açısından ormanı deneyimletiyor. Kolektifi oluşturan üç sanatçıdan biri olan Ersin Han Ersin’le çalışmaları ve sanal gerçekliğin çevre duyarlılığına olan etkisi üzerine sohbet ettik.
(Editörün notu: Ersin Han Ersin 26-28 Kasım 2019 tarihleri arasında sanatçı konuşması ve seminerler için OMM’da olacak. Daha fazla bilgi için omm.art ve @ommxart'ı takip edebilirsiniz.)
OMM: Öncelikle, kolektif nasıl bir araya geldi? Nasıl tanıştınız ve birleştiniz?
Ersin Han Ersin: 2011 yılında Londra’ya gittiğimde Memo Akten ile beraber sahne sanatları için görseller yapıyorduk. O dönemde zaten Memo ve Robin McNicholas beraber çalışıyorlardı ama henüz bir ad yoktu. O süreç içinde, ara ara işler yaparken ortaya Marshmallow Laser Feast adı çıktı.
Beraber işler yapıyorduk ama ben kolektifin içinde değildim, kendi adıma çalışıyordum daha çok. 2015’te beraber Bir Hayvanın Gözlerinden’i yaptık. O proje bizim için bir dönüm noktası oldu. Bunu yaptıktan sonra da doğayla sanatı, teknolojiyi birleştirebildiğimiz hepimizin çok kıymetli bulduğu bir alan ortaya çıktı. Haliyle de birleşmeye karar verdik. İşte o günden beri sürekli olarak sadece kolektif adı altında iş yapıyorum. Hep beraber üretiyoruz. Oradan buraya bayağı farklı projeler yaparken şimdi daha çok sanal gerçeklikle uğraşan bir organizmaya dönüştük.
Ne yapabileceğimizi teknolojinin dikte etmesinden ziyade biz yaratacağımız konseptlerin nasıl en iyi şekilde yaratılabileceğine bakıyoruz. Bu süreçte de hangi teknolojileri kullanabiliyorsak onları işe dahil ediyoruz. Teknoloji hep bir şekilde işlemin içinde var ama asıl unsur o değil.
Teknoloji hep bir şekilde işlemin içinde var ama asıl unsur o değil.
OMM: Doğa, sanat ve teknolojinin kesişimini nasıl keşfettiniz? İşin felsefi tarafı nasıl gelişti?
EHE: Bir Hayvanın Gözlerinden’in yaratılış süreci oldukça belirleyici oldu. O projeye kadar doğadan genel olarak birtakım ilhamlar alıyorduk. 2014’te, bir ormandan esinlenilerek lazerlerle üretilen dev bir interaktif yerleştirme olan Laser Forest’ı yaptık.
Bir Hayvanın Gözlerinden’de Londra’daki Doğa Tarihi Müzesi ve Manchester’daki Salford Üniversitesi ile beraber çalıştık. Başlangıç noktasında aslında doğayla alakalı hiçbir şey bilmiyorduk. Keşif yapmak için bir ormana gidiyorduk, işi nereye yerleştiririz diye bakıyorduk. Bir de bakıyorduk ki hiçbir şey hakkında bir fikrimiz yok. Yetiştiğimiz yerlerden ötürü, doğayla temasımız olmasına rağmen onu gerçekten anlama fikrine uzaktık. Dünyanın neresine giderseniz gidin, insanlar hala teknoloji konusunda heyecanlılar. Biz de o heyecanı kullanarak “Acaba insanların doğaya daha fazla ilgi duymasını sağlayabilir miyiz?” sorusuna cevap arıyoruz. Bir Hayvanın Gözlerinden’den gelen içgörüler inanılmaz iyiydi. İnsanların deneyimden sonraki mutlulukları muazzam bir şey. Onun üstüne doğru bir formül oluşturduğumuza karar verdik. Doğayı teknoloji ile beraber kullanırsak teknolojiyi daha insansı yapabiliriz düşüncesi ortaya çıktı.
OMM: Sizce bu teknolojilerin insanlarda empati duygusunu yükseltme gücü var mı?
EHE: Tabii. Sanal gerçeklik, empati konusunda arttırılmış gerçeklikten herhalde bir numara daha büyük. Sebebi, başka bir insanın yerine kendinizi tam olarak koyabiliyorsunuz. Tam olarak o perspektiften görebiliyorsunuz. Peki başka bir canlının gözünden görebiliyor muyuz?
Küresel ısınma ile alakalı problemler ortada, 20 yıl içinde oluşacak durum hiç de iç açıcı değil. Haliyle bu dünyayı başka canlıların gözünden de görmemiz gerekiyor.
Bir ağaca dil verebilmek, onun konuşmasını sağlayabilmek ya da bir sivrisineğin gözünden dünyayı görebilmek aslında mucizevi bir şey.
Biz ne yazık ki anthropocene ile beraber şehirlerde yaşayarak tamamen insan odaklı bir hayat sürüyoruz. Her şey bizim etrafımızda dönüyor. Buna o kadar inanmışız ki, o piramidin içinde bile değiliz artık. Piramidin tamamen tepesinde oturuyoruz, çok bambaşka bir noktada. Haliyle, insanlara bir şekilde başka bir canlının yerine kendini koyma şansı verme fikrini çok önemli buluyorum. Böylelikle umut ediyorum ki, yerleştirmeyi deneyimledikten sonra bir yusufçuk gördüğünüz zaman aslında o canlının en az sizin kadar önemli olduğunu hissedin.
OMM: Projeleriniz için nereden ilham alıyorsunuz? Oluşum süreci neye benziyor?
EHE: Aslında düşünüldüğünde çok basit sorular soruyoruz, yaptıklarımız inanılmaz buluşlar değil. Bütün mevzu doğru içerikleri birleştirip doğru oranda birbirinin içine koyup bir şekilde insanların duygusal olarak bir bağ kurabileceği bir ortam yaratma fikri. Süreç de genelde şu şekilde oluyor: Bir çiçeğe bakıyorsunuz. 50 tane sarı çiçeğin içinde bir tane kırmızı var. “Neden bu kırmızı?” diyorsunuz. Muhtelemen onun iletişime geçtiği, beraber evrildiği başka uçan bir canlı oldu. Haliyle öğreniyorsunuz: Arılar demek ki farklı farklı renkleri görebiliyorlarmış. Bu bir fikir oluyor bir anda. Ondan sonra bilim adamlarından, uzmanlardan, üniversitelerden, bulabildiğimiz herkesten o konuda olabildiğince çok bilgi almaya çalışıyoruz. Sürekli bu konular hakkında okuyoruz. Bir Hayvanın Gözlerinden’de bizim için en önemli kaynaklardan bir tanesi Jakob von Uexküll’ün, “umwelt” terimi oldu. 1900’lerin başında yazdığı bir kitaptan çıkıyor. Terim, farklı canlıların farklı gerçeklikleri nasıl yaşadıkları ve onların duyusal organlarının bu gerçekliği nasıl dikte ettiğine dair.
Ya da mesela son işimiz We Live An Ocean of Air diğer türlerle insanlar arasındaki inanılmaz bağı gösteren bir proje. Ağzınızdan karbondioksit çıkıyor, bunun yarısı okyanuslara gidiyor, diğer yarısı ağaçlara gidiyor. Bu ağaçlar bunu alıp güneş ışığı ile beraber kendileri için karbona dönüştürüp oksijeni geri bize veriyorlar. Düşündüğünüz zaman aslında inanılmaz bir buluş değil. Çok basit bir hikayeden bahsediyoruz ancak bugüne kadar bunu kimse görmedi. Kimse ağzından çıkan karbondioksitin bir ağaca gidip onun tarafından emildiğini, ağacın da size oksijen verdiğini görmedi. Bu basit konseptleri aldıktan sonra bir, bir buçuk senelik bir süreç başlıyor. Projeyi gerçekleştirebilmek için o parayı bulabilmek var. Bu süreci araştırma süreci olarak da kullanıyoruz. Bütün detayları öğreniyoruz. Yaptığımız hiçbir şey bilimsel görselleştirme değil ama bilimi sonuna kadar kullanıp sanatsal bir bakış açısı ile birlikte bir proje ortaya koymaya çalışıyoruz.Bilimsel süreçle estetik arayış beraber süregeliyor. Proje bittikten sonra diğer tarafından çıktığınızda ne kadar çok şey öğrendiğinizi fark ediyorsunuz. İnanılmaz bir okul gibi çalışıyor süreç de. Onun için de ayrı bir mutluluk veriyor.
Ağzınızdan karbondioksit çıkıyor, bunun yarısı okyanuslara gidiyor, diğer yarısı ağaçlara gidiyor. Bu ağaçlar bunu alıp güneş ışığı ile beraber kendileri için karbona dönüştürüp oksijeni geri bize veriyorlar. Yaptığımız hiçbir şey bilimsel görselleştirme değil ama bilimi sonuna kadar kullanıp sanatsal bir bakış açısı ile birlikte bir proje ortaya koymaya çalışıyoruz.
OMM: Marhsmallow Laser Feast ismi nasıl ortaya çıktı? Onun bir hikayesi var mı?
EHE: Deli dolu partnerimiz Robin bir kerede buldu. Bunlar bir tren yolculuğu yaparak bir röportaja gidiyorlar, sonuna kadar isim bulmaları lazım. Vardıklarında “adınız ne?” diye soruyorlar, Robin “Marshmallow Laser Feast,” diyor. Sonuçta o kalıyor. Öyle komik bir şey oldu. İsimler ne kadar önemli bilmiyorum tabii. İsme içine koyduklarınızla değerini siz veriyorsunuz.
OMM: Aileniz Eskişehirli, ancak siz bu projeye kadar şehri hiç ziyaret etmemiştiniz. Şehir ve müzeyle ilgili izlenimleriniz neler?
EHE: Londra’da İdil Tabanca’yla tanıştığımda ve müzeden ismiyle bahsettiğinde inanamadım. O güne kadar “Odunpazarı” benim için yalnızca kimliğimde yazan bir isimdi. Şehre ilk defa OMM Kurucusu Erol Tabanca’yla müzeyi ziyaret etmeye geldim. Burada inanılmaz bir heyecan var, çok kıymetli bir şey yapıyorlar. Şehir genç nüfusuyla, Eskişehir’in belediye başkanı ise inanılmaz girişimleriyle, şehri dönüştürmesiyle tanınıyor—onları tasdiklemiş gibi oluyorsunuz geldiğiniz anda etrafa baktığınızda. Muazzam, tatlı bir şehir. Umuyorum ki müzeyle beraber kültürel anlamda da Türkiye’nin ve ülkenin sınırların ötesinde de bir kültürel haritaya girebilecek bir yer olacak.
OMM: Gelecek projeleriniz neler?
EHE: Şu anda Sweet Dreams diye tüm duyularımızı harekete geçiren bir proje üstünde çalışıyoruz. Birkaç şefle beraber çalışıp tat duyusunu da katmak üzerinden şekilleniyor. Deneme sürüşlerinin birini Sundance’ta, birini New York’ta yaptık, izleyicilerle buluştu ve inanılmaz pozitif bir geri dönüş aldık.
Bir de uzun zamandan beri düşündüğümüz, aslında 2016’dan beri yavaş yavaş üzerine odaklandığımız "mycellium" konusu var. Mycellium da bütün ormanı birbirine bağlayan mantar ağı. Dünyanın her yerinde var olan, 5 kilometreye kadar uzayan, ve neredeyse borsa gibi çalışan – ağaçlardan bir takım mineralleri alıp diğer bitkilere götüren, o bitkilerden alıp o ağaçlara götüren, ve hepsinin arasındaki iletişimi sağlayan bir ağ. Bu "The Wood-Wide Web" diye geçiyor, ağaçların interneti neredeyse. Onunla alakalı bir proje üstünde çalışıyoruz. Umarım bu senenin sonunda da ona başlayacağız.
Mycellium dünyanın her yerinde var olan, 5 kilometreye kadar uzayan, ve neredeyse borsa gibi çalışan – ağaçlardan bir takım mineralleri alıp diğer bitkilere götüren, o bitkilerden alıp o ağaçlara götüren, ve hepsinin arasındaki iletişimi sağlayan bir mantar ağı. Ağaçların interneti neredeyse.