Abdülmecid Efendi Köşkü’nün bahçesinde gezinirken izleyicinin gözüne ilk çarpan heykellerin parçalar halindeki yapısı oluyor. Stefano Bombardieri’nin Struzzo Rubik isimli eserinde Rubik küpüne kafasını sokan bir devekuşunu, David Breuer - Weil’in Visitor 2 eserinde küçük bir su birikintisinden çıkan, bacakları olmayan devasa iki çift ayak görürken, bedenin bütünlüğünü nadiren gerçek anlamda algılayabiliyoruz. İzleyiciyi bu oyuncu ve birazda korkutucu görünen vücut uzuvları ile karşılayan İçimdeki Çocuk sergisi, çocuklukta, yetişkinlikte ve ikisi arasında kalan geçiş dönemlerinde hissedilen eksiklik ya da belki de hiç bir zaman bütün hissedemeyişe bir selam niteliğinde. Aynı bahçede duran, Wilfred Pritchard’ın The Vault isimli eserinde ise adeta faniliğini sinsi bir sırıtmayla reddeden iskelet heykel betimlemesi, suratındaki geniş bir gülümsemeyle posta kutusunun üzerinden atlıyor. Burada gençlik fikri, fanilik kavramıyla yüz yüze getirilirken aralarında kalan döneme ait olan içinde yaş almanın ezici gerçekliği durumu tam anlamıyla “atlanıyor”, atlatılıyor. Kapının hemen dışında duran Bedwyr William’ın Wooly Black isimli bisikleti ise çocukluğun gamsızlığına dair bir diğer sembol olarak okunabilir. Hayvan postu ile kaplanmış bisikletin gidonunda bulunan koç boynuzu ve kafatası, bir kez daha akla gençliği ve ölümü aynı anda getiriyor.
Sergideki gerçeküstü betimlemeler ve masalsı sahnelerin bir anlamda masum bir merak uyandırmasına karşın, “İçimdeki Çocuk”un idealleştirişmiş bir gençlik yansıması olduğunu söylemek kolaya kaçmak olur.
Yetişkinliğe geçiş aşamasında çoğunlukla içimizde bir şeyin “yok oluşu” sanısına esir oluruz ve geçmişimize özlem dolu dalgın gözlerle bakarız. Çünkü geçmiş içimizdeki bazı parçaları asla geri vermemek üzere tutsak etmiştir. Sergi aslında bu düşünceyi de sorgulamaya davet ediyor. Duvarlar Nietzsche ve Antoine de St. Exupery’den alıntılarla dolup taşıyor: “Neredeyse her yerde mutluluk vardır, ama haz anlamsızlıkta bulunur!” Köşkün içi de, dışarıdaki heykellerin bir yansımasını andırır halde, benliğin parçalanmış duyuları gibi birbirinden kopuk bedenlerle dolu. İnsan sıklıkla çocukluğuna nostaljik bir tamamlanmışlık duygusu atfederken sergi buna karşıt olarak, esasen bir gençlik eylemi olan oyunun, çocuğun rahatlıkla ve sakıncası olmaksızın, bir kimlikten diğerine geçişi üzerinden kendisiyle yaptığı bir dizi deneyden oluştuğunu ileri sürüyor.
Erwin W.’nin Disobedience eserindeki çocukların başsız danslarında veya İrfan Önürmen’nin Curriculum’ında betondan, okul sırasına çökmüş figürlerinde olduğu gibi sergideki pek çok görsel; ölümü ima ediyor. Zira aslında “tamamlanmış” bir birey olma fikri, çocuksu bir masumiyetle inandığımız, bütün gibi hissedene kadar tekrar tekrar yeniden doğmaktansa, yenildiğimizi hissederek faniliğimizin değişmezliğini kabul ettiğimiz noktaya daha yakın.
Claudio Bravo’nun Autoretrrato eserinde, sanatçının parçalara ayrılmış olan yüzünün olduğu çizimde, burnunun olması gereken yerde sanatçının gözü duruyor. Hemen altında ise Nietzsche’den bir alıntının asıldığı “İnsanın olgunlaşması çocukken oynadığı oyunlardaki ciddiyetini yeniden bulmasıyla mümkün olur,” ifadesi, resmi hayata geçiriyor. Alicja Kwade’nin Ungeklaerte Zustande veya Mona Hatoum’un Puzzled eserlerinde olduğu gibi sergideki kimi eserler ise, izleyicilerin şekli garip aynalar yardımıyla kendi görüntülerini bozuma uğratan yansımalarını deneyimlemelerine olanak sağlıyor.
Kişinin içindeki çocukla bağlantı kurmasının ne anlama geldiğine dair incelikli bir tanımlama sunan sergi akıl çelen, melankolik bir gizli etki yaratıyor.
Sergi bir çocuğun hayal gücü ile bir yetişkinin özlem hissini bizlere bir arada sunuyor. ‘İyileştir Beni’ (Ferhat Özgür) veya Give Me My Innocence Back (Hale Tenger) gibi emreden başlıklara sahip eserler, sergide bir yetişkinin bütünlük algısına geri dönmek için duyduğu çaresiz arzu, açık bir şekilde ifade ediliyor. Sergideki eserler nostaljik bir yetişkinin parlak çocukluğunu tanımlamıyor olsa da sergiyi izledikten sonra iki kelimenin eşanlamlı olduğunu düşünmeye başlayabiliriz.
“İçimdeki Çocuk” gençliği romantik ve erişilemez bir bellek boşluğuna bölmektense, onu bugüne getiriyor ve masumiyet ve şiddet, olgunluk ve oyun gibi birbirine karşıt kavramları birleştirerek, onu izleyiciye daha önce görmediğimiz, zamansız ve ebedi bir aktör olarak sunuyor.