Şener Özmen kabullenme, kapanma ve bunların ardından gelen yoksunluk temaları üstüne çalışır. Sanatçının “Maziye Bakma Mevzu Derin” sergisinde yer alan Bayrak (2010) eserinde başlığın vadettiği bayrak, çerçevenin içinde değildir. Yine de beklenen davranış ve itaat sergilenmektedir. Saygı duyulması gereken nesnenin kendisi görünmez ve bizi hiyerarşinin yapısal anlamlarıyla başbaşa bırakır. Sanatsal pratiği kapsamında Özmen, genel olarak coğrafyanın etkisiyle etnik kimliğin inşasını ve bunun kültürel ve politik tezahürlerini eleştirel bir dille ele alır.
Şener Özmen’le çağdaş sanat alanında yaşanan “pandemi öncesi pandemi”, pazar ekonomisinde üretim meselesi ve Diyarbakır Sanat Merkezi’nin başlangıçları üzerine gerçekleştirdiğimiz sohbeti OMM’un “Maziye Bakma Mevzu Derin” sergisine eşlik eden podcast serisinde dinleyebilirsiniz.
OMM: Seni öncelikli olarak edebiyatçı kimliğinle tanıyoruz; şair, yazar, çevirmen olarak. Sanat aklına ilk nasıl düştü, “şu andı” dediğin, hatırladığın bir an var mı?
Şener Özmen: Evet, o sıralar Mardin’e bağlı bir ilçedeydim, liseyi yeni bitirmiştim. Babam bir Süryani köyünde öğretmenlik yapıyordu. Evlerin birine giderdik, muhtarın eviydi galiba, duvarda bir yağlıboya tablo vardı, ejderhayla savaşan bir azizin yağlı boya resmi. Kopyaydı; Süryani bir ressam yapmıştı. Çok hoşuma gitmiş, çok etkilenmiştim. “Bunu bu kadar gerçekçi nasıl yapabilir?” diyordum, “Çok iyi bir tablo bu, ben böyle yapabilir miyim?” Bu tür imgeler insanın zihninden çıkıp gitmez, bir kalıcılığı vardır.
Sonra üniversite geldi, bile isteye resim eğitimi almaya başladım. Ama hep söylerim, ben oradan mezun olmadım, taburcu oldum. Resim eğitimi beni resme karşı soğuttu, yani resmin tarihine karşı soğuttu açıkçası. Şöyle düşünüyordum, “Resim yapmayacaksam, ne üreteceğim? Yani nasıl bir enstrüman geliştireceğim?” Yazı burada devreye girdi, video ile tanışmam da biraz öyle oldu.
Türkiye'nin mazisinde “Türk”, “Sünni Müslüman”, “heteroseksüel” gibi rolleri kabul etmeyen herkes çok karanlık deneyimler yaşadı ve yaşamaya devam ediyor. Sergide yer alan 2010 tarihli eseriniz Bayrak’ı böyle bir yerden okumak doğru mu?
Bayrak’ı gerçekleştirdiğim sırada çok üreten bir sanatçıydım ve hakikaten bir bayrak takıntım vardı. Bunu yaşadıklarıma bağlamak gerekiyor, bir Kürt’ün bayrakla ilişkisi, bir Kürt sanatçının bayrakla ilişkisi travmatiktir. Törensel, ama sana baskıyla öğretilen şeyler var, bayrağa saygı duymak, karşısında korku ve paniğe kapılmak, kımıldamadan durmak… O bayraklar bir sürü şeyi örtüyor bu arada.
Bayrak alelade bir simge değil, ama boyunluk meselesi de işin içine girdiğinde fiziksel bir durum ortaya çıkıyor. Birileri fotoğraftaki insanların oraya, o şekilde bakmasını istiyor. Bu da o boyunluklarla sonsuza kadar, dünya var oldukça devam edebilecek bir şey.
Neredeyse 30 yıllık pratiğin süresince, zaman zaman yer değiştirsen de, merkezin hep Diyarbakır’dı. Senin gözünde merkez ve çeperin son yıllardaki ilişkisi nedir? Bu ilişki geçmişte çalışmalarını nasıl etkiledi?
Aslında geçmiş çalışmalarımı etkiledi, ama artık etkilediğini söylemem, çünkü artık bir çeper olduğuna inanmıyorum. Doksanlı yıllarda bu cezbeden bir kavramdı, İstanbul dışında yaşayan ve üreten her sanatçıyı cezbederdi bu. Ankara'daki sanatçı ve İzmir'deki sanatçı İstanbul'u beslemek için üretiyordu. Yani hiçbiri kendi yaşadığı yerde bu iş sergilensin diye çalışmıyordu.
Diyarbakır gibi ne bir müze, ne de bir galeri bulunan bir kenti düşünürseniz hem bu dili yaratmak, hem bu dil üzerinden konuşmak, hem de burada sanatın varlığını hissettirmek sanki bir görev ve bu görev size kalıyor. Sanırım ben bunu yaptım, yani bunun tartışılmasını, buranın da bir merkez olarak konumlanmasını kendi pratiğim içinde göstermeye çalıştım. Ama şimdi çeper ya da periferi dediğimizde bu bana hiçbir şey söylemiyor.