Söyleşi: Yaşam Şaşmazer

Yaşam Şaşmazer’le potansiyel bir işgal alanı olarak bedeni ve orman yürüyüşlerinin dönüştürücü etkisini konuştuk.

Yaşam Şaşmazer, Tahribat, 2016, Ihlamur ağacı, mantar, yosun, 175 x 54 x 35 cm
Yaşam Şaşmazer, Tahribat, 2016, Ihlamur ağacı, mantar, yosun, 175 x 54 x 35 cm

Homo sapiens olarak bilinen modern insan, yalnızca 60 bin sene önce evrildi. Dünya üzerinde kısa bir tarihi olmasına rağmen insanlık ve yeni bir jeolojik dönem başlatan kolektif faaliyetleri, iklim özelliklerini, doğal ekosistemleri ve biyoçeşitliliği daha önce görülmemiş bir düzeyde tehdit etmeye devam ediyor. Günümüzde karasal ve denizel ekosistemlerdeki dengenin bozulması, istilacı nitelik kazanan bitki, hayvan, bakteri, virüs ve mantar türleri ve bunun sonucunda bulaşıcı hastalıkların yaygınlaşması doğaya karşı tutumumuzun sonuçlarını bize aciliyetle hatırlatıyor. Doğa üzerinde kurduğumuz tahakkümün sonuçları kontrol edilemez bir boyuta ulaşırken, Yaşam Şaşmazer’in Günün Sonunda sergisinde yer alan, üzerinde mantar ve yosun büyüyen insan heykeli Tahribat (2016) güç dengesinin tersine döndüğü, şartlarını doğanın belirlediği yeni bir diyaloga alan açıyor.

Şaşmazer, ilk kişisel sergisini 2019’da İstanbul’da açtı. Londra’da Saatchi Gallery, Los Angeles’taki Torrance Art Museum ve Paris’teki Galerie Paris-Beijing eserlerinin sergilendiği uluslararası mekanlardan bazıları. Son kişisel sergisi “Ya Da” Nisan 2021’de Galeri Zilberman’da açıldı.

"Günün Sonunda" sergisinde yer alan eseriniz Tahribat’tan biraz bahsetmek istiyorum. Serginin ikinci katında yer alan ahşap bir heykel Tahribat, ve aslında bir insan figürü ama boyutları insanın içini ürpertecek kadar büyük. Heykelin üzerinde ise yosun ve mantarlar olduğunu görüyoruz. Bu eserin hikayesinden biraz bahsedebilir misiniz?


Tahribat,
2016 yılında başladığım, insan ve doğa arasındaki tahakküme dayalı ilişkiyi yüzler ve bedenler üzerinden düşündüğüm bir serinin parçası. Bu serinin düşünsel serüveni, kendi türümüzün gezegen üzerindeki varlığının yayılmacı, agresif ve bu kadar “işgalci” olmasından karşı duyduğum bir tür rahatsızlıkla başladı. Kendi ihtiyaçları, kendi istekleri ve arzuları doğrultusunda gezegeni ve etrafındakileri sertçe dönüştüren insan modeli ile ilgili bir derdim vardı. Dolayısıyla bir tür işgal eden insan ve işgal edilen doğa fikrinden yola çıkarak, “Bu rolleri tersine çevirebilir miyim?” düşüncesiyle bu seriye başladım. Burada yosunlar, mantarlar, likenler, doğadan topladığım başka materyaller heykellerin, yüzlerin ve bedenlerin üzerlerinde ufak ufak belirmeye başladılar. İlk başta - o zaman Berlin’de yaşıyordum - unutmakla, hatıra ve hafızalarla ilgili de bir derdim vardı. Uzun süredir İstanbul’dan, Türkiye’den uzak olduğum için tanıdığım insanların yüzlerini yontmaya başladım. Bunların bir kısmı zar zor hatırladığım, bir kısmı kendi geçmişimden bildiğim tanıdığım insanlardı. Bu yüzlerin, suretlerin silinmesi ile ilgili, aslında zamanla da ilgili, derdi olan işlerdi bunlar. Ve doğanın etkisiyle silinmeye başlamış kimlikler ve varlıklar olarak belirdiler. Daha sonra bu rol değişimini bedenler üzerinden çalışmaya başladım. Doğadan elementlerin işgaliyle, üzerinde yosunların mantarların bitmesiyle bir tür tükeniş haline giren bedenler yontmaya başladım. Şu an “Günün Sonunda” sergisinde gösterilen işim Tahribat da bunlardan bir tanesi.

2006’dan 2011’e kadar olan üretimlerinizde figürler çocuktu. Onlar da sonradan yetişkine kronolojik olarak mı dönüştü, ya da çocukları yaparken yine tanıdığınız birilerinin yüzünü yonttuğunuz oldu mu?


İstanbul ve Berlin’de açtığım ilk iki sergide çocuk bedenleri yonttum. Bu çocuk figürleri biraz daha kültürel kodlar, toplumsal ve cinsel kimliklerle yüklenmiş stereotipler ile alakalı işlerdi. Daha sonra bu çocuklar büyüdü; biraz daha mekana yayıldılar, gölgelere sahip oldular. İşlerimde bir alanı kaplayan, karanlık, olumsuz gölgeler belirdi. O gölgeler figürlerle eşit boyutlara yükseldi, bir tür dönüşüm geçirdiler. Ve 2014’te yaptığım Metanoia serisinde aslında doğa ufak ufak işin içine girmeye başlamıştı. Metanoia da gölgeler ve psişenin karanlık tarafları ile ilgili bir seriydi. Daha sonra doğa yavaş yavaş işin içine girmeye başladı, ve artık yonttuğum bedenler yetişkin bedenlerdi. Boyutlarla hep oynuyor olsam da, devamında doğayla ilişkili yetişkin bedenleri ve bedenlerin dönüşümüyle uğraştım diyebilirim.

Ekolojik tahribat ve küresel iklim değişikliği çok uzun süredir özellikle bu konuda araştırma yapan insanların radarında olan konular. 80'lerden, 90’lardan beri daha geniş kitlelere de ulaştılar. Aslında şu anla kıyasladığınızda 2016’da bu kadar çok konuşulmuyordu. O dönemde size bunu ilk düşündüren şeyin ne olduğunu hatırlıyor musunuz?


Net olarak söyleyebileceğim bir tarih ya da olay aslında yok. Daha ziyade doğa ile iletişim içinde olmak, üzerine düşünüyor olmak benim hep hayatımın içinde olan bir şeydi. Ama işlerime sirayet etmesi daha yakın tarihlerde oldu diyebilirim. Berlin’de yaşamaya başlamış olmamın etkisi olduğunu şimdi görüyorum. Çünkü ben şehirde doğdum, apartman çocuğuyum; sonuçta şehirde kısıtlı bir ilişkimiz var doğayla. Avrupa’nın birçok şehrinde olduğu gibi, Berlin’e taşındığımda orada gördüğüm kent ormanları, ya da bir takım küçük korular, kentin içindeki geniş yeşil alan alışkın olmadığım şeylerdi. Ben de Berlin’de kendimi çok sık orman yürüyüşlerinde, boş zamanlarımda ormanda vakit geçirirken buldum, sanki bir tür açlıkmış gibi. Burada vakit geçirmek ister istemez insanı dönüştürüyor, çok büyük bir olay olarak söylemiyorum ama doğanın içinde geçirdiğiniz vakit, sizi şehirdeki sizden daha farklı bir hale getirebiliyor.

Tahribat
tamamen ahşap yanılmıyorsam.

Evet evet.

Ahşabın, yani malzemenin verdiği etkiyle de iş çok güçlü; müzenin içinde, durduğu köşede çok uzaktan seçilebiliyor ve onu başka bir şeyle karıştırmak imkansız. Son serginize kadar aslında çok yoğun olarak ahşapla çalışıyordunuz, ve bu kolay bir malzeme değil. Kendi kendine deformasyona uğrayabiliyor, hem sanatçılar için hem koleksiyonlar için daha zor bir materyal. Ahşabı nasıl seçtiniz?


Lisans döneminde Mimar Sinan Üniversitesi Heykel Bölümü’nde okurken farklı malzemelerle çalışmıştım. Bizim eğitimimizde çamur ana malzeme olarak kullanılıyor; ilerleyen sınıflarda bir uygulama atölye seçiyorsunuz. Burası da taş atölyesi olabilir, ahşap atölyesi olabilir, metal olabilir, şimdilerde deneysel sanat atölyesi açıldı ama ben okurken yoktu. Çeşitli malzemeleri deneyimleyebildiğiniz, uygulayabildiğiniz ve çalışabildiğiniz atölyeler var. Ben mermer taş atölyesinde lisansımı tamamladım, ama yapmak istediğim şeylere çok zıt bir malzemeydi mermer. Kendini dayatan, çok güçlü, kuvvetli, belki biraz inatçı ya da kendi söylediğini yaptırmak isteyen bir malzeme diyebilirim mermer için. O yüzden çok iyi konuşamadım onunla. Yüksek lisansa geçtiğimde başka bir malzemeye bakmak istedim; ahşabı çok merak ediyordum, ahşap atölyesinde çalışmaya başladım. Eş zamanlı olarak da ilk sergimde de gösterdiğim çocuk heykellerini yapmaya başlamıştım. Yeni bir malzeme arıyordum, çünkü onları ilk başta çamurdan yaptım ve modelledim. Çamur bir ara malzemedir, onun mesela kalıpla kalıcı bir malzemeye dönüştürülmesi gerekir. Benim aklımda hem gerçekçi bir etkiye sahip olabilecek, ten sıcaklığını ve rengini sağlayabilecek, ama diğer taraftan işi hiper gerçekçi bir yere götürmeyecek bir malzeme vardı. Ahşap bu anlamda uygun düştü, yüksek lisansta çalışmaya başladıktan sonra çok sevdim ve işlerime uyguladığımda da almak istediğim etki anlamında içime sindi. Dediğim gibi organik ve sıcak bir malzeme - uzaktan bir bakışla figüratif bir heykelde biraz göz yanılmasına yol açabiliyor. İnsan mı görüyorsunuz, heykel mi görüyorsunuz yanılsaması var. Ben işin zanaat tarafını da çok seven, çok kıymet veren birisiyim. O benim için çok iştahlı bir yer. Yani işlerimi sergilemeye başladığım ilk andan bugüne kadar ahşapla devam ettim, ama son sergim “Ya Da” için bir değişiklik yaptım.

Yaşam Şaşmazer
Yaşam Şaşmazer

“Ya Da” daki figürlerin önce ahşap olduklarını düşünürken yaklaştıkça o kağıt hissini veren izleri, ince kırışıklıklarını gördüm. Bu kağıt nasıl bir kağıt, ve bu değişiklik sizin için nasıl oldu? Çünkü bir süredir daha yoğun kullandığınız bir malzemeden başka bir malzemeye geçiş yaptınız gibi görünüyor.

“Ya Da” sergisi için başından beri aklımda başka bir malzemeyle çalışmak vardı, çünkü sergideki işlerin açmaya çalıştığı dönüşüm, geçicilik, ölümlülük gibi temalara daha uygun düşen, daha hafif, uçucu ve narin bir malzeme arıyordum. Ahşap gerçekten çok katı, çok kuvvetli bir malzeme. O kuvveti değil, narinliği bulabileceğim bir malzemeye geçmem gerekiyordu. Kağıt da bir süredir aklımdaydı. Ağaçtan yapılan, ama daha hassas bir malzeme olması da bir anlamda beni yakaladı. Daha önce kağıtla çalışmamıştım, “Ya Da” sergisinin üretim süreci boyunca aslında malzemeyle de dili oturtmaya çalıştım. Heykelleri yine çamurdan modelliyorum, ya kalıpların içine ya kalıpların üzerine; işlere göre hazır kağıtlar veya paper mâché hamuruyla hazırladığım atık kağıtlardan oluşan çeşitli kağıtlar kullandım. Bir yandan bitki lifleriyle hazırlanmış birtakım kağıtlar yaptım ve kullandım. Yarı hazır, yarı kendi hazırladığım reçetelerden oluşan bir yöntem buldum diyebilirim. Bu kağıtları da yine benzer bir şekilde kendi hazırladığım bitki suları, toz boyalar, çay, kahve, pas gibi daha bitkisel reçetelerle boyadım. Ten rengine daha uygun, istediğim renkte bir etki elde edebilmek için. Bütün bunların serginin açmaya çalıştığı konularla konuşan kararlar olmasını istedim. Ahşap malzemeden çıkıp kağıda dönüşüm, kağıdı boyama ya da ele alış şeklimin de birbirleriyle örtüşmesine çalıştım aslında.

Evet, bizim insan olarak ömrümüz ağaçlarınkinden çok kağıdınkine benziyor aslında.


Evet, evet tam olarak öyle.

“Ya Da” daki eserlerinizin Tahribat’ın bir devamlılığı niteliğinde olduğunu da söylemiştiniz. Onların arasındaki ilişki nedir, nereden geldi ve nereye doğru gidiyor figürler?


Tahribat
’ı da içeren serinin, son dönem üretimlerimin başlangıcında aklımda bu işgal edilen - işgal eden arasındaki bu gerilim, rol değişimi vardı. Doğayla aramızdaki gergin güç ve hakimiyet ilişkisiydi aslında çıkış noktam; ama süreç boyunca yaptığım okumalardan sonra bu kelimeleri kullanmaktan biraz imtina eder oldum. Bu geçen sürede hem konuya bakışım değişti, hem de işler formal anlamda değişime, dönüşüme uğradılar. Mesela Tahribat’tan sonra yaptığım heykellerde ilk başta yüzler silinmeye başladı. Yüzlerin, kimliklerin, bireyselliğin silinmesi aslında bir noktada önemli bir karardı benim için. Heykelleri kafasız, büstsüz bir hale getirerek bireyselleşmeyi bir kenara atıp, hepimizin hikayesini anlatan anonim figürler olmalarını istedim. Sonra figürler yataya doğru geçtiler, doğayla daha fazla dönüşüme uğramaya başladılar. Üzerlerinde çıkan mantarlarla, yosunlarla ya da etraflarındaki eş canlılarla iç içe geçme olarak tarif edebileceğim bir ilişki kurmaya başladılar. Hem düşünsel olarak benim yolculuğum dönüştü, hem de işler dönüşüme, değişime uğradılar. İnsanı bu işgal etme geriliminden çıkarıp bir eş özne olarak kurgulamaya çalıştım bu sergide.

Bantmag’e verdiğiniz bir röportajda son sergiye hazırlanırken aklınızda dolaşan düşünceleri sormuşlar, ve cevabınızda “Günün Sonunda”dakiyle çok paralel bir bakış açısı buldum. Şöyle demişsiniz: “Her şeyin merkezine kendimizi koymaktan dünyayı ve doğayı insan merkezci bir bakışla algılamaktan vazgeçip, daha bütüncül bakabilmemizin gerekliliği ve aciliyeti”. Bir yandan iklim acil durumu, bir yandan devam eden pandemi ile tuhaf bir zamanda konuşuyoruz. Nasıl hissediyorsunuz, çözüm çabalarından umutlu musunuz?


İnsanın kendini bir tahtın üzerine yerleştiriyor olması meselesi gerçekten çok sıkıntılı. Her şeyin merkezine kendimizi koymamamız gerektiği fikrini çok önemsiyorum.

Gezegenin hakimi biz değiliz, gezegenin kendisi dahil bütün canlılara karşı çok saygılı bir ortak yaşayış biçimi kurmamız gerektiğinin aciliyeti hergün yüzümüze çarpıyor.

Pandemi de bunu bize tekrar oldukça büyük bir top olarak geri fırlattı. Doğayı da fethedilip ele geçirilecek ilkel karanlık bir güç, ya da bir yer olmaktan çıkarıp parçası olduğumuz bir canlılık ağı gibi görebilmemiz çok mühim. Aciliyetler konusunda da, pandemiyle birlikte her gün durumun aciliyetini daha çok fark etmeye başladığımızı düşünüyorum. Yine de çok olumsuz konuşmak istemiyorum açıkçası; çok olumsuz düşünmek ya da yaşamak da istemiyorum. İklim ve çevreyle ilgili aciliyetlerin bu kadar önem kazanması, bir yandan da farkındalığın ve bilgi paylaşımının bu kadar genişlemesi başka bir yaşayış, davranış ve tüketim modelini de beraberinde getiriyor. Yeterli hızda ya da çoklukta olmasalar da bu konular üzerine düşünen ve davranış biçimlerini değiştiren kişilerin sayısı günbegün artıyor bir taraftan da.

Daha fazla

Avrupa'da Yılın Müzesi Ödülleri 2021 cover image

Avrupa'da Yılın Müzesi Ödülleri 2021

"Avrupa’da Yılın Müzesi Ödülleri 2021” kapsamında OMM, Özel Takdir Ödülü’nün sahibi oldu.

Söyleşi: Nazan Azeri cover image

Söyleşi: Nazan Azeri

Nazan Azeri ile bedende büyüyen tohumlar ve güncel deneyimlerin özündeki kadim bilgileri konuştuk.

Söyleşi: Ali Kazma cover image

Söyleşi: Ali Kazma

Dünyanın sonunu bekleyen tohumlar ve sanatın koruyucu rolüne dair.

İnternet sitemizde çerezler kullanılmaktadır. Çerezlerle ilgili detaylı bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.

OMM - Odunpazarı Modern Müze’nin ziyarete açık olduğu gün ve saatleri buraya tıklayarak öğrenebilirsiniz.