Dünya tarihine baktığımızda, yeryüzü yapısını ve canlıların tamamını etkileyen iklim koşullarının, jeolojik devirlerin kapanıp yenilerinin açılmasına sebep olduğuna şahit oluyoruz. Uzmanlar, iklim değişikliğinin kuraklık, su fakirliği, kitlesel göçler gibi yaklaşmakta olan tüm katastrofik sonuçlarını bize verilerle sunarken, dünya tüm hızıyla belirsiz bir geleceğe sürüklenmeye devam ediyor. Bizi geri dönüşü olmayan bu noktaya götüren ve sürdürülebilirliğin sınırlarını zorlayan üretim ve tüketim alışkanlıklarımız, kitlesel felaket senaryolarında hayatta kalabilmek ve canlı yaşamını devam ettirebilmek için küresel ölçekte çözümlere ihtiyaç ve talep yaratıyor. Bunun en önemli örneklerinden biri; Arktik Okyanusu’nun ücra bir yerinde, Kuzey Kutbu’na komşu ve Norveç’e bağlı Svalbard adasında bir dağın derinliklerine inşa edilmiş ve yaklaşık iki milyon tohum çeşidini barındıran dünyanın en büyük tohum kasası. Ali Kazma, Rezistans Serisi’nden Kasa (2015) adlı çalışmasında izleyiciyi “insanlığın B planı” olarak tanımladığı bu mekâna davet ediyor. Kazma, yüzyüze olduğumuz bir katastrof sonrasında yeniden filizlenecek hayatın muhtemel başlangıç noktasını göz önüne sererken, aynı zamanda günümüzü tekrar değerlendirmemiz için bize bir kapı aralıyor.
Nam Juin Paik ödüllü sanatçı ile tek kanallı video işi Kasa (2015) ve zamanlararası bir “Nuh’un Gemisi” olarak sanat üretimi üzerine konuştuk.
Bu konuşmayı OMM’un “Günün Sonunda” sergisine eşlik eden podcast serisinde dinleyebilirsiniz.
Pratiğinizde çeşitli insan aktivitelerinin ve emeğinin üretim bağlamındaki yerini, sosyal yapı ve zaman kurgusu ile ilişkisini ele alıyorsunuz. “Günün Sonunda” sergisinde sergilenen “Resistance” serisinden Safe adlı eseriniz, farklı bir belgeleme yoluna gidiyor ve, bir bakıma insan aktivitesi temeline otursa da, dolaylı yoldan bağlantı kuruyor. Bu eseri üretmekteki motivasyonunuz, konuya sizi yönelten unsurlar neydi?
Bu mekânı esasında bana Emre Baykal söylemişti. 2012 senesinde biz Venedik Bienali için hazırlanırken “Rezistans” serisini üretmeye başlamıştım, ve üç ana eksende ele almıştık bu sergiyi: insan bedeni, insan bedeninin yüzeyi ve içi, ve insan bedenini koruyan mimari yapılar. Bunların içinde hem bedenle ilgili birçok iş vardı, hem de mimariyle ilgili. İnsanın bedenini disipline sokan, ona öğreten veya onu cezalandıran bazı mekânlar vardı, bu işler arasında okul ve hapishaneyi sayabiliriz. İnsan bedenini beslemek için, yani tarım sektöründe kullanılan tohumların, bir felaket senaryosunda korunması için yapılmış bu binayı da seriye eklememizin hem konuyu daha katmanlı bir hale getireceğini, hem de kurduğumuz birebir ilişkilerin ötesinde beden-mimari, coğrafya ve tabii ki tarih arasında biraz daha şiirsel bir ilişki kurabileceğini düşündüm. Mekânı görünce ben de çok heyecanlandım, ve böyle bir yola girdik.
Bu uluslararası girişim Norveç Hükümeti’nin izniyle mi gezilebiliyor? Çekim yapmak çok zordur diye düşünüyorum.
O zamanlar çok zordu; 2012’den bahsediyoruz, yani çok kolay değildi. Birçok farklı bürokratik adımdan geçmeniz gerekiyordu ve izni Norveç Tarım Bakanlığı’ndan almanız gerekiyordu; ama bu tür zor izin alınan yerler farklı insan tiplerini heyecanlandırıyor ve hayal güçlerini tetikliyor. Birçok komplo teorisi çıktı bu yer hakkında; “burayı Bill Gates yapıyormuş ve dünyaya hükmedecekmiş” gibi absürt birtakım yazılar çıkmaya başladı. 2015-2016’dan sonra süreci çok kolaylaştırdılar, çünkü esasında insanları oraya sokmak istememelerinin sebebi, -17 derecede tutulan, teknik olarak da devamlı kapısının açılıp kapanmaması gereken bir yer olması. Yani sonuçta bir bankanın da kasasına girmek kolay değildir. Şimdi Youtuber’lara dahi açıyorlar, şeffaf bir politikaya geçtiler bence; bu teorilerin önünü kesmek için biraz da.
2012’den bugüne kadar internetin kullanım biçimi, mesela Youtuber’lardan bahsettiniz, şekil değiştirdi ve bu yüzden de bu tür yerlere erişim de belki tanıtımlarına ivme kazandırmak adına kullanılıyor.
Evet, bir de yanlış tanıtılmaması için de kullanmak istediler. Madem birileri hikâyeler üretiyor, bari bunların üretiminde biz de bir şeyler söyleyelim, kendi hikayemizi anlatalım dediler galiba.
İkinci sorum yine ilk soruya bağlanıyor. İlk soru sizi bu fikre iten unsurlarla alakalıydı, bu soru ise sürecin nasıl işlediği üzerine. Yola çıkış hikayesinden sonra iş nerelere gitti, başlangıç fikrinden nasıl evrildi? İş farklı ülkelerde ve mekânlarda sergilenirken farklı bir anlayışla karşılandı mı, anlam buldu mu?
Bu işi Venedik Bienali’nde göstereceğim on beş işten biri olarak düşünmüştüm, ama olamadı. Venedik Bienali’nden iki sene sonra yapabildim, ve 2015’ten beri bu iş çok dolaştı esasında. Burası, Svalbard isimli bir adada “Svalbard Tohum Kasası” adıyla anılıyor. Adada yüksekçe bir yerde duruyor, ileride sular yükselirse altında kalmasın diye. Dağın içine girmiş bir tünelin sonunda üç tane büyük, yani 40 metreye 25-30 metre büyüklükte diyelim, depo var. Bu depoların özelliği, siz soğutmasanız bile, kışın veya yazın, sıcaklık -4 derecenin üzerine çıkmıyor hiçbir zaman. Şu an oranın sıcaklığı -17 derece, ekstradan birtakım makinalar da çalışıyor biraz daha soğutmak için. Ama tabii ki felaket senaryoları arasında bu makinelerin çalışmadığını düşünürsek, yine sıcaklık -4 derece, o da yine tohumların bozulmasını engelleyen, muhafaza eden bir sıcaklık. Gittiğimde adanın kendisinde sadece 900 kişi yaşıyordu, etrafta kutup ayıları vardı, şehrin dışına tüfeksiz çıkmak yasaktı. Çok enteresan, burada tüfeksiz çıkmak yasak çünkü gerçekten popülasyonda insandan çok kutup ayısı var.
Güzel aslında.
Evet, çok güzel. Benim gittiğim en kuzeydeki yerdi, hatta kuzey kutbuna gitmeye çalışan insanlar için de bir durak noktası esasında, oldukça enteresan bir yer. Benim her zaman bu soğuk yerlere ilgim olmuştur, beni çeker nedense. Buraya gidince de o soğuk yerlerin, buzulların içinde olmanın verdiği heyecanı bedensel olarak da yaşadım, çok iyi bir tecrübeydi. Çok soğuktu, düşünemediğim kadar soğuktu. Bu soğukta bazı teknik sorunlarla karşılaştım. Biliyordum, ama karşılaşmak başka bir şey. Bir tanesi; bataryalar çok çabuk bitiyor. O yüzden fazladan batarya götürmüştüm zaten, ama çok çabuk bitiyordu gerçekten. iPhone’lar o soğukta çalışmıyor. Kamera donmadı neyse ki, ama bir şekilde biraz kullanmadığım zamanlar hep bir şeylerin içerisine sardım. Çıplak elle duramıyorsunuz, elinizle kameraya bir ayar yapıyorsunuz sonra eldivene sokup elinizi ısıtmanız gerekiyor. İlk kez bu kadar soğuk bir yerde çekim yaptığım için öğrenme süreciydi benim için ama sonunda çok sevdiğim bir iş oldu.
İkinci bölümü sorunuzun; evet bu iş çok dolaştı gerçekten, en çok gösterilen işlerimden biri oldu. Türkiye’de de çok gösterildi; İzmir’de, İstanbul’da birkaç kere, şimdi Eskişehir’de gösteriliyor. Bunun dışında Paris’te gösterildi, dediğiniz gibi Arjantin’de, Buenos Aires’te gösterildi, Moskova’da gösterildi bir bienalde, yani çok dolaştı. İtalya’da gösterildi. Tabii, Her gösterildiği yerde oranın kendi bağlamında farklı anlamlar kazanabiliyor. Bir de benim sergide nasıl gösterdiğim de: Mesela Arjantin ile Paris’teki sergilerim kişisel sergilerdi onlarda bu işi “muhafaza” bağlamında düşünülebilecek bazı işlerle yakın gösterdim, örneğin Taxidermist’le. Biri tohumları koruyor; biri hayvanların görünüşünü koruyor gibi. Onun karşısına yine buzullar içinde eski bir Rus maden kasabasını koyunca hepsi sanki dünyada yok olan şeyleri korumak üzerine tek bir seri gibi, kendi içinde bir bütünlük kazanıyor; ama sizin sergide olduğu gibi, bir ana aks çevresinde konumlanmış başka sanatçıların da işleriyle biraz daha farklı bir anlam kazanıyor.
Biraz genel pratiğinize, biraz da “Günün Sonunda” ile pratiğinizin kesiştiği yerlere atfen bir sorum var. Çağdaş insanın varlığı ve faaliyetlerinin anlam ve önemine dair temel sorular ortaya koyan, aralarındaki güçlü bağ sonucunda ilişkileri ve diyaloğu olan işlerinizin konuları, birbirlerine bağlanarak belli estetik ve etik söylemler geliştiriyor. Bu bağlamda zihinsel ve fiziksel alanlar yaratmayı amaçlıyor. Çağdaş insanı “Günün Sonunda” sergisi kapsamında nasıl konumlandırıyorsunuz? İnsanın dünyadaki ontolojik rolü, varlığının manası sizce yirminci yüzyılın ikinci yarısından günümüze dek, öncesine nazaran, ne denli değişti ve nereye doğru yol almakta?
20. yüzyılın başında Martin Heidegger 800 sayfalık bir kitap yazdı bu konuları araştıran, buna hızlı bir cevap vermek çok zor ama, çok derine inmeden ne düşündüğümü kısa bir şekilde toparlamaya çalışacağım. Özellikle bahsettiğiniz 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra insanın doğayla, kendiyle ve dünyayla teknoloji aracılığıyla kurduğu ilişkinin sonucunda gelinen nokta insanı iyimser olmaya itmiyor, hatta kötümser olmaya itiyor diyebiliriz. Yani dünyanın diskuruna şu anda giren bir şey belki bazı sanatçıların diskuruna, bazı filozofların diskuruna 10 - 20 sene önce girebiliyor. Ben son 15 senedir birtakım şeylerin muhafaza edilmesi üzerine işler yapıyorum çünkü, Alexander Kluge isimli Alman sinemacıdan ödünç alacağım bu fikri, Sanat farklı zamanlar arasında ilerleyen ve o zamanlardan kurtarılabilecek şeyleri kurtaran bir çeşit Nuh’un Gemisi’dir. Bu anlamda geleceğin daha parlak gözüktüğü, heyecanlı dönemlerde ekleme yapmak, geleceği kurarken bir katkı yapmaktır.
Mesela Eisenstein da yeni bir dünyanın kurulmasına katkı yaptığını düşüyordu; Sovyetler Birliği’nin ilk senelerinde. Sanatını, sinemasını propaganda aracı olarak kullanmayı, isteyerek ve inanarak, yeni dünyanın kurulmasına hizmet ettiğini düşünerek yapmıştı. 20 - 30 sene sonra kendi işlerinin de sansüre uğradığı bir Sovyetler Birliği gerçeğiyle karşılaştı, ama yine de o geleceğe inanıyordu. Vertov da öyleydi. Bizim zamanımız öyle bir zaman değil. Biz geleceğin kurgusuna dair bir bazın üzerine bir şeyler inşa edeceğimiz bir zamandan çok; daha ileride yaşanacak böyle bir zamana katkı sunacak şeyleri koruduğumuz bir zamandayız. Bu korkunç hızlanmış ve iyice adaletsizleşmiş ekonomik, etik, felsefik dünyanın korunmuş küçük alanlarında, Nuh’un Gemisi gibi kurtarılabilecek şeyleri, belki bu anlamda Kasa işi de esasında metaforik oluyor, kurtarıp ilerideki daha umutlu bir zamana taşıdığımızı düşünüyorum. Bu beni hayatımda ve üretimimde karamsarlığa ve yokluğa, bir hareketsizliğe itmiyor; tam tersi daha çok çalışmaya itiyor. Korunaklı alanlar, bu alanların içerisinde kurtarılabilecekleri kurtarmak, bunların birbirleriyle olan ilişkilerini canlı ve anlamlı tutmak bizim görevimiz diye düşünüyorum.
Geleceğe dair tabii umutlu olmak gerekiyor ve sadece umutlu olmak değil, dünyadaki varlığımızı sürdürebilmek adına kişisel boyutta bile olsa bir şeyler yapmak gerekiyor. İklim değişikliği ile ilgili sizi en çok ne tedirgin ediyor? Okuyup öğrenip çok şaşırdığınız, bilmediğiniz ve paylaşmak istediğiniz bir bilgi var mı?
İklim değişikliği olsun, doğayla olan ilişkimizin zedelenmesi olsun; bunlar esasında bizim birbirimizle ve dünyayla, felsefeyle, düşünmeyle, edebiyatla, sinemayla olan ilişkimizin bozulmasından ayrı düşünebileceğimiz şeyler değil. Her şeyimiz bozuldu, düşünmenin ahlakı bozuldu. Gerçek denen şey iyice erozyona uğradı. Bunların sonucu olarak biz, sorun yaşıyoruz. Bu yaşadığımız sorunların temelinde “İklim değişikliği düzelebilir mi?” sorusu var. O kadar büyük bir çukur var ki orada, bu kötülükleri, bu eksiklikleri üreten esas sorun o. Bizim düşünceyle, felsefeyle, sanatla kurduğumuz ilişkinin artık tamamen bir takım iktidar ve güç oyunları içinde araçsallaşmış hale gelmesi, bunun sonucunda da tabii ki tabiat da araçsallaşıyor, her şeyin bozulmasına neden oluyor.
İklim değişikliği ya da doğayla olan ilişkimizin zedelenmesi esasında bizim birbirimizle ve dünyayla, felsefeyle, düşünmeyle, edebiyatla, sinemayla olan ilişkimizin bozulmasından ayrı düşünebileceğimiz şeyler değil.
Kiss the Ground isimli belgeselde değişik tarım teknolojilerini ve metotlarını benimseyerek, toprağı daha farklı şekilde kullanarak, aslında iklim değişikliğini önce durdurmanın sonra da belki gidişatı geri çevirmenin hala mümkün olabileceği anlatılıyor.
Çok kısa bir şey söyleyeyim; Dünya’da 1.5 milyarın üzerinde Çinli var, 1 milyarın üzerinde Hintli var; Türkiye, Brezilya gibi ülkelerde 500 milyon insan var, ve açlar. Aç derken yemeğe aç değiller; BMW almak, uçmak, balayı tatillerini Maldivler’de yapmak istiyorlar ve bu ülkelerin hepsi bu yönde gidiyor. Kapitalizm daha fazla üretmeyi becerebilen bir sistem; daha fazla uçak da yaparız… Bizim gibi birkaç şehirde, merkezde oluşmuş birtakım hareketler, Paris’te damlarda yapılan tarım çalışmaları gibi, o ana katastroftan sonra bize yardımcı olabilirler çünkü daha 2 -3 milyar insan Batı’da, Avrupa’da insanların elli senedir yaptığı işi yapmak istiyor ve bu olacak. 1.5 - 2 milyar orta sınıf, Avrupalı’ya benzer şekilde yaşayacak insanın ne kadar çok tüketeceğini düşünebiliyor musunuz? Avrupa, Amerika gibi bu tür düşüncelerin çok uzun süredir var olduğu, kritik düşüncenin yer etmiş olduğu, tarihi olan bir yerde bu sorunlara çözüm bulunamıyor. Ekolojiyi kurtaramıyorlar kendi içlerinde, çünkü tüketime bağımlı ekonomileri var. Volkswagen daha mı az araba üretecek? Bunu düşünebiliyor musunuz? Ya da elektrikli araba daha fazla üretildiği zaman sizce daha iyi mi olacak? Elektrikli arabalarda kullanılan bataryalar, plastikler zarar verecek, karbon zarar verecek. Bu tür düşünceler olmalı bence, ama bunların dünyayı kurtaracağına inanmak biraz safça. Yine de yapılmalı bence, çünkü dünya büyük katastrof yaşadıktan sonra bunları kullanarak yeni bir medeniyet kurulabilir belki.
Acaba görür müyüz diyorum?
Yok, biz görmeyiz. Kötü günleri görebiliriz. Belki siz görürsünüz, bilmiyorum.