“Günün Sonunda” sergisini fiziksel olarak dolaşan ziyaretçilerin yolu, müzenin ikinci katında, siyah, meditatif diye tanımlanabilecek üç duvarlı bir odadan da geçiyor. Birbirine bakan iki duvarda, denizaltı pencerelerini andıran silindirlerin içinde, vakarlı bir geyikle kendi huzurunuz içinde ölü olduğunu ancak bir süre sonra fark ettiğiniz bir balık arasında duruyorsunuz ve bir süre daha durmak istiyorsunuz.
Geyiğin Aynası Büyü (2019) ve Balığın Büyüsü Gökyüzü (2019) izleyicilerle ilk defa Hale Tenger’in, Galeri Nev İstanbul’da Aralık 2019’da gerçekleşen solo sergisi “Rüzgarların Dinlendiği Yer”de buluşmuştu. Aynı serginin başlığı gibi, eserlere ismini veren de bu Edip Cansever şiirinin devam eden mısraları. Tenger, sergi kurulumu sırasında Eskişehir’e geldiğinde geyiği ve balığı bir kapının, perdenin, dördüncü duvarın ardına yerleştirme fikrinin üzerinde durmuyor, etraflarındaki alanın açık olmasını tercih ediyor.
Otuz yıldır aktif olarak üretim yapan, 2017’de 57. Venedik Bienali’ne ve (İstanbul Bienali’nin de aralarında olduğu) birçok uluslararası bienale katılan sanatçının içinden kimlik ve iktidarın geçtiği eserlerindeki geçirgenlik hâli üzerine ayrıca düşünülebilir. İlk defa 1997’de, Artpace San Antonio’da gösterilen, 2015’te SALT’ın “Nereden Geldik Buraya” sergisi için yeniden kurgulanan Sandık Odası seksenleri hiç yaşamamış bir kuşağa o dönemde kamusal alandan özel alanlara sızan baskı ve boğukluğu hemen hissettiriyordu. 1995’teki 4. İstanbul Bienali’nden sonra, geçen sene Arter’de yeni bir kurguda sergilenen Dışarı çıkmadık çünkü hep dışardaydık / İçeri girmedik çünkü hep içerdeydik ’in yarattığı, kulübe-mekânın “sahibinin” her an geri gelebileceği tedirginliği de aynı şekilde.
Hale Tenger’le “Günün Sonunda”daki eserleri, bir eylem planı olarak “yapmadan olabilmek” ve gezegenin pek iç açıcı olmayan şimdiki hali üzerine konuştuk.
Bu konuşmayı OMM’un “Günün Sonunda” sergisine eşlik eden podcast serisinde dinleyebilirsiniz.
“Günün Sonunda” sergisinde yer alan iki eseriniz, Geyiğin Aynası Büyü ve Balığın Büyüsü Gökyüzü isimlerini Edip Cansever’in “Rüzgarların Dinlendiği Yer” şiirinden alıyor. 1+1 Forum’da Ayşegül Oğuz ve Anıl Özcan’la yaptığınız söyleşide Balığın Büyüsü Gökyüzü’nden “Sergideki balığın aklı var olamayacağı bir yerde kalmış” diye bahsediyorsunuz ve sonra çok güzel yaşayabileceğimiz bir gezegenle yetinememenin, size bu balığın “aklının başka yerde kalmış” halini anımsattığını söylüyorsunuz. Biraz bu “aklı kalmışlık” halinden bahsedebilir misiniz?
Bu “aklı başka yerde kalmak” insan doğasında çok yaygın olan bir hâl. İçinde olduğumuz anda olamamak, anı yaşamak, onunla yetinmek yerine hep aklımızın bir sonraki, ya da olmak istediğimiz başka anda, yerde olması gibi bir defomuz var. Bence bu bir defo, çünkü diğer canlılar kendi hallerinde bir şekilde akış içinde yaşayabiliyorlar.
1998’de Johannesburg Bienali’nde Anatomik Olarak Modern İnsanlar adlı bir iş yapmıştım, izleyici domestik bir mekân kurgusunun içine ilk girdiğinde bakımsız, kendi hallerine terk edilmiş birtakım akvaryumlarla karşılaşıyordu. Kiminin içinde hâlâ biraz su kalmış, balıksız, yosun tutmuş bu akvaryumlar bir zamanlar hevesle edinilmiş bir merakın düşkün kalıntılarıydılar. Mekânın bir oturma odası gibi düzenlenmiş olan öte kısmından da anlaşılıyordu ki akvaryumlardan bıkmış olan ev sahibi artık kendini muhtelif bilim kurgu dergileri ve dev bir panoramik Mars görüntüsü ile meşgul ediyordu. Yani tıpkı Balığın Büyüsü Gökyüzü’ndeki aklı hiç olamayacağı bir yerde kalmış olan balık gibi.
İnsanlığın böyle bir takıntısı var, şu biricik ve güzelim dünyada var olanı korumak yerine müdahaleci bir yaklaşımla sürekli dünyayı sömürmek, kaynakların bitmeyeceğini sanmak. Dünya derken, hem insanın insanı sömürüsünden, hem de insanın, insan haricindeki canlı-cansız her şeyi sömürüsünden dem vuruyorum. Ve artık görüyor, biliyoruz ki bu sömürü düzeni tepetaklak, yokuş aşağı gidiyor, bunun tüm işaretleri var… Ama insanlık elinde olanı kurtarmak yerine hala bir yandan “Acaba Mars’ta hayat kurulur mu? Bir gün insanlık oraya taşınır mı?”nın peşinde.
Balığın Büyüsü Gökyüzü’nün üretim sürecinden biraz bahsedebilir misiniz?
Bu videonun çekimi için çok berrak bir su altı görüntüsü lazımdı. Farklı yerlerde sualtı çekimleri yaptım, en iyi sonuç veren Akyaka’daki Kadın Azmağı oldu. Bu videoda gördüğümüz ölü balık o yöreye ait bir balık. Halk dilinde Sokar ya da Sokkan denilen bu balığı merak edip araştırdığımda aslen Kızıldeniz ve Basra Körfezi’ne özgü olduğunu ve Süveyş Kanalı’nın açılmasından sonra Akdeniz ve Ege’de görülmeye başlandığını öğrendim. Latincesi Siganus Luridus olan bu balığın Akdeniz’e doğru yayılımına Lessepsian Göçü deniyor. “Lessepsian” adı da Süveyş Kanalı fikrinin ve sonrasında yatırım projesinin geliştiricisi olan Ferdinand de Lesseps’ten geliyor.
Konudan konuya zıplıyorum gibi olacak ama daha geçenlerde Panama Kanal’ındaki su çekilmeleri yüzünden gemi geçişlerinden alınan ücretin neredeyse iki katına yükseltildiğini ve su seviyesinin daha da düşmemesi için orada var olan bir nehrin akışının çok büyük bir bütçeyle Panama Kanalı’na yönlendirilmesinin söz konusu olduğunu okudum, yani sırf Panama Kanalı kullanılmaya devam edilebilsin diye. Suyun çekilmesi yüzünden kanal geçişinde büyük tonajlı gemiler zorlanıyormuş ve hatta bu yüzden bir-iki kaza da olmuş. Şimdi biz Balığın Büyüsü Gökyüzü’ndeki balıktan Lessepsian göçüne, oradan Ferdinand de Lesseps’e ve Süveyş Kanalı’na, sonra da Panama Kanalı’na geldik. Bu hikaye de bizi ister istemez burnumuzun dibinde, kendi coğrafyamızda, hiç de gerekli olmayan bir kanal açma fikrine bağlıyor. Dolayısı ile “Kanal İstanbul” projesinin ne kadar büyük felaketler yaratacağını anlamak için müneccim olmaya gerek yok sanırım.
Geyiğin Aynası Büyü bu ikiliden daha çok ümit veren diyebilir miyiz?
Geyik motifi dünyanın değişik bölgelerindeki birçok farklı mitolojide büyü ya da lanet simgesi olarak karşımıza çıkar, diğer deyişle kimi zaman olumluyu, kimi zaman da olumsuzu işaret eder. Geyiğin Aynası Büyü bu iki zıt hali birden barındırıyor. Birincil olarak olumluyu, ikincil olarak ise olumsuzu duyumsamamıza ön ayak oluyor. Videodaki geyik ilk bakışta izleyicide bu büyülü ve ümit veren duyguları uyandırıyor olsa da daha derin soluklu bir bakışta geyiğin sadece sudaki kendi yansımasına bakmadığını, bir yandan da kuyunun dibinde olan bizlere baktığını fark etmemek mümkün değil.
16. İstanbul Bienal’inde Büyükada’da yer alan Suret, Zuhur, Tezahür’de olabilecek en güzel, kendi haline bırakılmış bahçede volkanik obsidyen taşları ziyaretçilere fısıldıyordu ve çalışma, tarih öncesinden beri pek çok yerde kullanılan “bilezik alma” tekniğine referansta bulunuyordu. Orada da az önce konuştuğumuz insanın kurcalama hali var gibi hissediyorum.
“Kurcalama hâli,” evet! Tam da kelimesi bu, yani kurcalamadan duramama hali. Son birkaç senedir yaptığım projelerde “Yapmadan olabilir misin?” sorusunu özellikle tekrar tekrar kullanıyorum, ki sanat pratiğime bakıldığında tekrardan hoşlanmayan bir tarafım olduğu çok barizdir. Suret, Zuhur, Tezahür için yazdığım metinde yer alan “Yapmadan olabilir misin?” soru cümleciğinin kaynağı Ursula K. Le Guin’in tercümesi ve yorumlarıyla Lao Tzu’nun Tao Te Ching kitabı. İlginç ve hoş bir tesadüf de Geyiğin Aynası Büyü ve Balığın Büyüsü Gökyüzü ile içinde yer aldığım, OMM’da halen devam eden “Günün Sonuda” sergisinin kaynak metni Dünyaya Orman Denir'in gene Ursula K. Le Guin’ine ait olması.
Lao Tzu’nun metinlerinde bahsi geçen ve insanın bu “kurcalama hâli” üzerine olan öğretiler Çin felsefesine, wu wei denilen bir kavrama dayanıyor. İngilizcede “trying not to try,”
Türkçede ise “çabasız eylem” veya “zor kullanılmadan yapılan eylem” olarak tanımlanan bu kavramı ben de bir yorumla “Yapmadan olabilir misin?” soru cümlesine dönüştürürek kullandım. Dönüştürücü bir düşünceye davet var “yapmadan olabilmek”te, tahribat yaratmadan, sömürmeden bir yaşam döngü sistemi kurmak üzerine.
Çok ilginç. Benim bilezik alma yönteminden sizin bienaldeki işinizi görene kadar haberim yoktu. Böyle büyümeye çalışan bir ağacı durdurup “Sen şu yöne büyü ve burana besin gitmesin,” demek çok garip.
Evet, evet! Yani yönetmek, sürekli müdahale etmek, bir hastalık gibi… Bilezik alma yöntemini ben de bilmiyordum. Kapadokya’daki Cappadox Sessizlik açık hava sergisi için Hayat, Ölüm, Aşk ve Adalet adlı, sadece sesten oluşan bir iş üretmiştim. Serginin yer alacağı Balkan Deresi vadisine mekân bakmaya gittikten sonra yöre üzerine okumalar, araştırmalar yapmaya başladım. Orada yer alan Azize Nino Kilisesi ilgimi çekti, Azize Nino’nun hikayesini araştırırken, şu anda Gürcistan’da bir kilisede saklanan, Nino’nun kendi saçlarını dolayarak yaptığı asma dalından yapılmış bir haç çıktı karşıma, ve oradan da asma bitkileri üzerinden tamamen tesadüfi olarak bu “bilezik alma” botanik tekniği konusuna vardım. İngilizce metinler üzerinden yaptığım okumalarda “girdling” ya da “ring barking” olarak geçen ve ağaçların kabuklarının soyulması işlemi olarak tercüme edilen bu terimin yöresel tabirinin “bilezik almak” olduğunu yerel çiftçiler üzerinden öğrendim. Bu botanik tekniğinden yazılı tarihte ilk olarak bahseden ise filozof ve botanik biliminin babası olarak görülen Theophrastus (M.Ö. 371 – M.Ö. 287).
Bu teknikte bir ağacın dış kabuğunda çepeçevre bir yarık açıyorsunuz ve bu işlem bir meyve ağacında yapılınca yukarıdan aldığı besinleri aşağıya, köküne göndermesi engelleniyor. Bunu engelleyince de besin meyvelere çok fazla gittiği için, meyveler daha çabuk olgunlaşıyor, daha tatlı ve iri oluyorlar. Aslında ağaçlar kabuklarına yakın kısımdaki bu damar aracılığı ile dalları ve yaprakları ile sentezledikleri besinleri aşağı yollayarak hem kendi köklerini hem de toprağı besliyorlar. Yani bir başka deyişle bizim şu anda, şu dünya düzeni içinde yapamadığımızı yapıyorlar. Biz kendi köklerimizi besleyemiyoruz. Suret, Zuhur ve Tezahür’de “bilezik alma” yöntemine insanın doğaya müdahalesinin metaforik bir yansıması olarak yer verdim, hatta adeta bir işkence benzetmesi gibiydi. Hayali bir ağaç fısıltı ile kendi dilini konuşuyor, izleyiciler bu anlatıyı dinlerken bir yandan da siyah obsidyen aynalara düşen kendi yansımalarına veya bulut, kuş, ağaç, bina artık taşın üzerine ne görüntü düşüyorsa ona bakıyorlardı.
Ağaçlar kendi köklerini de besliyorlar, yani bizim şu anda, şu dünya düzeni içinde yapamadığımızı yapıyorlar. Biz kendi köklerimizi besleyemiyoruz.
“Günün Sonunda”da şimdi bahsedeceğim seriden iki eseri yer alan Ahmet Doğu İpek’in “Aşı” sergisinde de daha çok uzamaması için köklerine taş doldurulmuş buluntu ağaç kökleri vardı, bu kökleri görünce bilezik alma konusunu da yeniden düşünmüştüm.
Siz bunu söyleyince, şu anda bende bir mahcubiyet oluştu çünkü Ahmet Doğu İpek’e Aşı sergisinin açılış günü bir söz vermiştim. Theopharastus’un botanik üzerine yazdığı Bitkiler Üzerine İncelemeler (Enquiry into Plants) adlı kitabından bir sayfayı yollayacaktım. Orada bilezik alma tekniğinin anlatıldığı kısımda ağaçların kontrollü büyütülmesine dair bir başka yöntem olarak köklerine taş konulduğunu anlatılıyordu ve okurken anlayamamış, bu yöntemi gözümde hiç canlandıramamıştım ta ki Ahmet’in sergisini görünceye kadar. Elimdeki kitap, orjinal metinle birlikte -o zamanların diline sadık kalmayı gözeten- İngilizce çeviriyi içeriyor, dolayısı ile kullanılan antik dile ve benim konuya yabancılığım yüzünden bu işlemi tam olarak kavrayamamıştım. Bu da bir başka ilginç ve hoş tesadüftü, Ahmet ile aşağı yukarı aynı dönemde birbirimizden habersiz ürettiğimiz işlerimizde referans olarak bu iki farklı ağaca müdahale yöntemini kullanmış olmamız, her ikisinin de milattan öncelere dayanıyor ve ilk defa Theopharastus tarafından kaleme alınmış olması. Ahmet’in ele aldığı köklere taş konması işlemi de aslında ağaca bir tür işkence.
“Wu wei”e geri dönersek, sizce altı ile dokuz aydır gerçekliğiyle yaşadığımız pandemide insanlık “yapmamayı” biraz öğrendi mi?
Pandemi bize bir şeyler dayattı ve yavaşlama bu dayatmanın olumlu taraflarından. Dünyadaki bu yavaşlamanın küresel ısınmaya pozitif anlamda etkisi var; ama o etki olsa olsa herhalde gölde bir damla. Aslen mühim olan yaşam biçimlerinin, hayatımızdaki önceliklerin değişip değişmeyeceği. Diğer yandan pandemi sorunu o kadar ön plana çıktı ki aslında devasa ekolojik krizlerle başbaşa olduğumuz gerçeği bu yüzden maalesef ötelendi sanki.
Tarihte kayda geçmiş başka pandemiler, çok daha yüksek ölümler olduğunu biliyoruz, ve savaşlar, savaşların yarattığı kayıplar, bütün bu tekrarları düşündüğümüzde, yani çok çok genel bir perspektiften bakınca maalesef pek ümitli olamıyor insan.