İnsanlığın yeryüzü morfolojisini kendi amaçlarına ve düzen arayışına göre yeniden şekillendirdiği Antroposen çağ, matematiksel özellikler içeren, kendine has bir dile sahip. Günümüzde, özel şirketlerin himayesinde bulunan, doğayı olduğu kadar insanları da etkin bir biçimde veriye indirgeyen yeni teknolojiler insanlığın genişlemeci politikalarında önemli bir araç görevi görüyor. Kullanıcılarına ayrıntılı ve çevrimiçi bir yeryüzü haritası sunan Google Earth, uydu görüntülerini birleştirerek dünyadaki tüm coğrafi konumları görmeyi ve onlara erişmeyi mümkün kılıyor. Peki Amerika’nın Mojave Çölü gibi sonsuz olasılıklara sahip, uçsuz bucaksız doğal topografyalara çok yakından — yaklaşık üç kilometre yükseklikten — baktığımızda insan uygulamalarının hangi izlerine rastlıyoruz? Jeolojik yapıları incelerken, insan yapımı ve doğal, mekanik ve organik, canlı ve cansız arasında ayrımları yapabilmemiz için bir mekanizma tahayyül etmek mümkün mü? Rastlantı ve Zorunluluk - Mojave Çölü (2018) adlı eserinde Sergen Şehitoğlu, aynı isimli çölün bir haritasını müzenin duvarına yansıtarak bu sorulara yanıt arıyor.
Sergen Şehitoğlu, pratiğinde sıkça internet üzerinden elde edilen görsellere yer verir. Berlin, Amsterdam, Londra, Basel, Paris ve Viyana gibi önemli sanat merkezlerinde işleri sergilenen sanatçı, 2013 yılında “0 dB (0 Desibel)” ve 2016 yılında “Kill Memories” adlı fotoğraf kitaplarını yayınladı. Şehitoğlu, aynı zamanda Genç Fotoğrafçılar İnsiyatifi’nin de kurucu üyelerinden. Sanatçının son sergisi “Çakıl Taşları” 2020 yılında Sanatorium’da düzenlendi.
Rastlantı ve Zorunluluk - Mojave Çölü isimli yerleştirmesi üzerinden uçakların ölmeye gittiği yeri ve insan faaliyetinin merkezindeki düzen arayışını konuşmak için Sergen Şehitoğlu’nu konuk ettik.
Bu konuşmayı OMM’un “Günün Sonunda” sergisine eşlik eden podcast serisinde dinleyebilirsiniz.
Son dönem üretimlerinizde kullandığınız malzemelerden biri birçok sanatçının da yararlandığı internet, ya da Google araç gereçleri üzerinden elde edilen görseller. Hem fotoğrafın sınırlarını yeniden belirleyen, hem de kontrol sistemlerinin hakim olduğu bir dünyada mahremiyet kavramının sınırlarını sorgulayan işler görüyoruz pratiğinde. Mahremiyet, özellikle dijital anlamda bu çağda mahrem bir hayat mümkün mü? Belki de önceki yüzyıllarda tahayyül edilmemiş türde bir totaliterliğe doğru yol alıyor muyuz? Ya da belki de orada mıyız?
Aslında üç parçadan oluşan Kill Memories adlı kitap serisinde neredeyse tamamen bunun üzerine çalıştım. Bu serinin ilk kısmında bir webcam modelinin görüntülerini kaydettim, kendisinden “habersiz” bir şekilde. İkinci kısmında Google araçlarının kimsenin haberi olmadan, daha doğrusu onayı olmadan, sokaklarda kaydettiği görüntüleri gösterdim ve aynı kitabın üçüncü bölümünde de Google Earth’ten alınan topografik görüntüleri sergiledim. Aslında bu üçlü beraber bir mahremiyet sorgusu oluşturdu. Seri ile karşılaşanların verdiği ilk tepki; “Aa haberi var mıydı?” oldu, hani oradaki kadının haberi var mıydı bundan. Halbuki kadın bir webcam modeli ve bunu bilinçli olarak yapıyor, ama GSV serisi kapsamında hiç kimseden böyle bir soru almadım. “Sokaktaki insanın Google tarafından çekilip yayınlandığından haberi var mıydı?” sorusu ile hiç karşılaşmadım. Çünkü o kadar anonim bir alan ki, sanki böyle bir mahremiyet sorunu yokmuş gibi. Aslında tam mahremiyetin odağı orası, çünkü tüm dünyada çevrimiçi yayınlanan ve kaydedilen bir durumdan bahsediyoruz. O kitaptaki metinde de bundan bahsetmiştim; aslında o kitap 2016 yılında yayınlandı. Günümüzde yayınlansa çok daha uygun olabilirdi. Hepimiz kameralarla, Zoom vs. gibi görüntülü uygulamalar ile çok haşır neşiriz. Ama 2016 aslında tam böyle değildi.
GSV işini yaparken şöyle bir şeyle karşılaşmıştım: Mesela bir yere gideceğimiz zaman, sokağa girip Google’dan bakıyoruz ya otel nerede falan diye; aslında durum tam öyle değil. Google’ın aracı bir sokağa girdiği zaman bütün ağları kırıyor o sokaktaki, ve herkesin internetini kullanarak verilerini yolluyor. Dolayısıyla sizin bütün veriniz zaten bir elekten geçmiş oluyor, böyle çok garip durumlar var aslında. Sizin hiç engelleyemeyeceğiniz bir durum, istediğiniz kadar önlem alın, hiç fark etmeyecek.
Yerleştirmelerinizdeki emek ve ince ayarları düşününce yaratılış sürecinin ne kadar zahmetli olduğunu tahmin edebiliyorum. Biraz araştırdığımda bütün işlerinin bu kadar ince süreçleri olduğunu da gördüm. Bu yola nasıl girdiniz, biraz hem kendi sürecinizden hem eserlerinizin genel bağlamından bahsedebilir miyiz?
Öncelikle dijital üretim yapan bir sanatçı olarak bunu duymak çok hoşuma gitti, çünkü bu genelde elle üreten -
Zanaat barındıran.
Zanaat barındıran işler üreten sanatçılara çok daha fazla söylenir. Evet, böyle bir ince çalışma durumum var. Buna örnek verecek olursam; GSV serisi için 30 küsür ülkenin sokaklarında günlerce gezdim, tabii bilgisayarın ekranından bir eşleşme bulmam gerekiyordu. Her gün bir ülke ya da şehir seçiyordum; o şehre iniyordum, ve saatlerce o görselleri bulana kadar dolaşıyordum. OMM’da sergilenen işte de öyle. Mojave Çölü çok büyük bir çöl. Çölü şerit şerit şerit böldüm önce, sonra da günler boyunca bir scanner gibi taradım. Çok yakın bir mesafeden — yaklaşık üç kilometre yükseklikten — bütün bir çölü taradım. Bu süreç günler geceler, aylar boyu sürdü. Çünkü o belirli görselleri görmeniz için çok daha yakından taramanız lazım, yani Google Earth’ü açtığınız zaman size verilen görüntüler onlar değil.
Mümkün olduğunca verdiğim bütün kararları haklı kılacak kadar inceltmeye çalışıyorum. O zaman da dediğiniz gibi ince ince, bütün detaylara karar vermek gerekiyor. Yani “o niye kare, onun boyutu niye öyle, o niye üç kilometre yükseklikte, niye Mojave Çölü?” - bunların hepsinin bir cevabı var. Üretime geldiği zaman da müzedeki iş kapsamında bir çölü müzenin duvarına haritaladık aslında. O duvara baktığı zaman izleyici, aslında gördüğü şey o çölün bütünü.
Rastlantı ve Zorunluluk - Mojave Çölü’nde antroposen çağını gezegenimizin morfolojik yapısı üzerinden inceliyorsunuz. Amerika’daki aynı adı taşıyan çölün uydudan elde edilen görüntülerini tarayarak bu görüntülerdeki insan canlılığı belirtilerine simetri, tekrar, çeşitlilik gibi bağlamlarda odaklanıyorsun. Esere eşlik eden metinde de bahsi geçen Norbert Wiener’ın yaşamı tanımlamak için kullandığı, “bir süreliğine entropiye karşı duran geçici adacıklar” ifadesi bağlamında bu eserin ortaya çıkışından biraz bahsedebilir misin?
Aslında çok geriye gideceğimiz bir süreç var. Ali Miharbi, Yağız Özgen, Kerem Ozan Bayraktar ve ben bir okuma dönemi geçirdik. Jacques Monod’un Rastlantı ve Zorunluluk kitabı üzerine bir okuma yaptık , yaklaşık iki yıl boyunca hep beraber bu kitabı okuduk. Bu kitaptan sonra Kerem Ozan Bayraktar ile bunun üzerinde çalışmaya devam ettik. Daha sonra Kerem’le “Rastlantı ve Zorunluluk” isimli bir ikili sergi yaptık. Birlikte çok iyi çalıştığımız bir sergiydi o gerçekten; bir grup sergisi gibi değildi, ikimizin beraber ürettiği işler vardı. Mojave Çölü ilk olarak Sanatorium’un duvarına haritalanmıştı, ve ilk olarak orada sergilendi. Bu işi üretirken oluşturduğum birçok analoji var. Bunlardan bir tanesi; Jacques Monod’un kitabında, doğalla yapay olan nesneleri ayırmak için bulmaya çalıştığı mekanizma. Bir gezegene gittiğinizde, bir araç bir gezegene indi diyelim ki, orada bulduğu şeyleri nasıl ayıracak, nasıl kategorize edecek? Yani hangileri doğal hangileri yapay? Bunları kategorize etmenin bir yolu var mı? İlk soru bu. Felsefede de kullanılan çöldeki saat analojisi vardır; siz çölde yürürken ayağınıza bir saat çarparsa, orada bir saatçinin varlığını anlarsınız der bir alıntı. İkinci şey bu. Üçüncüsü, çöl hareketli olduğu ve kum tanelerinin hareketi ile sürekli değiştiği için, akşamdan sabaha fotoğraf çektiğinizde orada başka bir görüntü görürsünüz. Tepeler değişir, renkler değişir, yüksekler alçaklar değişir, çünkü kum hiç durmadan hareket eder. Oradaki iklim şartlarıyla, iç kuvvetlerle hareket eder. Aslında bütün potansiyellere açıktır. Adeta karıncalı bir televizyon gibi, o kadar fazla potansiyele açıktır ki, biraz beklerseniz belki o siyah beyaz karıncalar bir Mona Lisa tablosu oluşturabilirler. Ama bu her ne kadar potansiyel olarak mümkünmüş gibi gözükse de, aslında böyle bir ihtimal yok. Bunun sebebi, zamansal olarak anlamlı bir enformasyona dönüşebilmesi için dışarıdan bir enerji girdisi olması gerekiyor. İşte, konunun entropi ile olan bağlantısı da burada aslında. Yani oradaki çöldeki kumlar birleşip bir helikopter oluşturmazlar, oluşturabilir gibi gözükürler. Çünkü “helikopter görüntüsü” dediğiniz zaman, artık orada bir tanımlama yapmış olursunuz, yani bir enformasyona dönüşür. Ve onun enformasyon olması için de dışarıdan bir enerji girdisi gerekir. Aslında iş biraz bunun üzerine.
Çölü taradığınız zaman, insanların dokunduğu yerleri hemen algılayabiliyorsunuz. Halbuki çöl zaten bir sürü desenden oluşuyor; yani kendi koyulukları açıklıkları var, nokta nokta bir sürü desen var - ama bunların hiçbiri bir enformasyona sahip değil. Bunu tanımlayamıyoruz, ama ne zaman bir kare görüyoruz; onu tanımladığımız anda orada bir insan müdahalesi olduğunu hemen okuyabiliyoruz. Yani simetri kendiliğinden oluşan bir durum değil, ve o çölde de kare gibi simetrik yapılar gördüğünüz anda oraya bir müdahale olduğunu anlıyoruz. Bu taramayla aslında bu eksende kalmaya çalıştım; ne zaman o müdahaleyi tanıyoruz, ne zaman tanımıyoruz. Ama iş tabii ki antroposenden, coğrafyadan, sosyolojik durumdan bağını koparamadı, yani koparsın istemedim ama onu amaçlamamıştım. Kocaman bir çölden bahsediyoruz, boşluktan bahsediyoruz aslında. Fakat mesela insanlar hiç durmadan kareler oluşturmuşlar gerçekten, evleri karelerin içine inşa etmişler, otoparkları kare yapmışlar. Yani çok enteresan bir şey bu, çünkü çok büyük bir boşluk var, başka şekillerde de olabilir, mesela amorf olabilir. Ama evlerin bahçeleri mutlaka kare. Daha korunaklı bir yapı büyük ihtimalle.
Tanımlanabilir bir şey, kendi dilimizde de anlamlandırabilmek için.
Aynen öyle. Tarlalar kare şeklinde, otoparklar kare şeklinde, o kadar enteresan ki. Bir kare var ve etrafı tamamen boş, yani aslında öyle bir şeye de ihtiyaç yok. Ama parça o şekilde parsellenmiş.
Konfor alanı diyebiliriz, gram alanı yaratmak diyebiliriz.
Evet, aynen öyle. Dolayısıyla bu sosyolojik açıdan hemen bir okuma gerektirdi, benim çok amaçlamadığım bir şey de olsa. Dediğim gibi, ben daha çok bunun matematiksel tanımlanabilirliği ile ilgilendim. Çok çok yeni bir örnek, dün Mars’a bir araç indi. Orada eğer o araç bir kareyle karşılaşırsa hepimiz tedirgin olacağız.
Bir küçük ekleme daha yapayım; Mojave Çölü’nde zorunlu olan durumlar da var, mesela tarlaların çoğu daire şeklinde. Bu evlerin kare şeklinde olması kadar keyfi değil, çünkü bu bir sulama tekniği - yani az su olduğu için çölde her tarafı tek bir noktadan sulamaları gerekiyor.
Bu taramayı yaparken bir sürü katman giriyor devreye. Çalışmayı yaparken bir araştırma yapar gibi davrandığım için öğrenme sürecini hiç kapatmıyorum. “Bir fikrim var, bitti ve şimdi uyguluyorum” gibi değil, uygulama sırasında aslında öğreniyorum ve o iş evriliyor. Mojave Çölü’nü incelemeye başlarken onu duvara haritalayacağımı düşünmemiştim. Sadece karşıma ne çıkacağını görmek istedim; çöldeki taramada ne ile karşılaşacağım, gerçekten aradığım bir şeyle karşılaşacak mıyım, karşılaşmayacak mıyım? Çöl bir de Amerika’nın çok büyük eyaletlerine bağlı bir çöl, çok garip şeyler var içinde. Onları pek kullanmadım, çok direkt anlamları olduğu için. Mesela Boeing’in uçak çöplüğü vardı çölde. O kadar güzel bir görüntü ki yani, ama onu koymadım.
Peki, “06.2020-14-dergi” adında bir projeniz de var. Son olarak biraz da bu projenizden bahsedebilir misiniz?
Çok sevinirim, çünkü çok çok önemsediğim, beni çok mutlu eden ve heyecanlandıran bir proje bu aslında. Ben pandemi olduğunda çok şok yaşamadım. Çünkü bir zaman dilimi içinde aslında periyodik olarak tekrarlanan bir şey, çoğu yerde karşıma çıkmıştı. Mesela James Gleick’ın Kaos isimli kitabında bir sonraki pandemiden bahseden paragraflar vardır. Çünkü bunun aslında 50 yılda bir, periyodik olarak gerçekleşen bir durum olduğunu bio-matematikçiler vs. aslında görüyorlar. Mesela nasıl ki deprem olduğunda şok oluyoruz, ama aslında bu bir toprak bilimci için şaşırılacak bir şey değil. Periyodik olarak olan bir şey bu, ne ilk ne son. Tabii ki kısıtlı bir ömrümüz olduğu için, bunun belli bir süresini buna uyum sağlamakla geçiriyoruz. Orada şöyle bir durum oldu aslında; hala devam eden bir şey sanat, pandemide sanat üzerine çok fazla yazı, telaş oluştu. Halbuki orada bahsedilen şey sanat değildi. Daha çok sanat ekonomisi, ve bununla beraber kurumlardan bahsediliyordu aslında.
Evet.
Çünkü sanatçı üretmeye devam ediyor. Geçenlerde bir soru gördüm bir röportajda; sanatçıların üretimlerinin dijitalleşmesi üzerine. Sanatçıların üretimleri dijitalleşmiyor ki, sanatçıların üretimleri hâlâ fiziksel. Siz onun belgelerini dijital olarak daha çok gösteriyorsunuz. O resimse hala boyayla yapılıyor, heykelse hala heykel, sadece Instagram’da onun belgesini görüyoruz aslında. Dolayısıyla tanımlamaları daha doğru yapmak gerekiyor. Ben de dedim ki, o zaman ne değişti? Ne oldu? Diyelim ki bu pandemi çok uzayacak. Aslında sanatçının üretimi ile ilgili bir şey değişmeyecek. Tabii ki şartlar değişiyor, ama başka biri için ne kadar değişiyorsa bizim için de aslında o kadar değişiyor. Üretim devam ediyor. O zaman bunu nasıl acaba biraz daha görünür hale getirebilirim diye düşündüm. O zaman aklıma bir dergi oluşturma fikri geldi. Çünkü olan farklı işleri seçip onları koyduğumuz bir dergi yapmıyoruz. Sanatçılar bu sayfaları bir alan olarak kullanıyorlar. Bunu duvardaki bir alan gibi düşünebilirsiniz. İşler bir araya geliyor, tırnak içinde bir sergiye benzer bir şekilde bir dergi oluşuyor. Derginin adı değişken, yani ilk sayısının çıktığı "06.2020" tarihi ismi belirliyor, ikinci sayı "12.2020" oldu. On dört katılımcı sanatçı sayısı, ikinci sayıda bu sekiz oldu. Dolayısıyla XYZ’den oluşan bir adı var aslında.
İlk sayıyı on altı sanatçı ile beraber yaptık, on dört sanatçı yeni iş üretti. Bu periyodik, basılı bir yayın. Biz bunu dijital olarak da sunuyoruz, arşivdergi.com web sitesinden bakılabilir, PDF olarak indirilebilir. Ama basılı bir yayın olması çok önemli, çünkü ona göre üretiliyor. Kağıt seçimi, boyutları, sanatçıların o alanları kullanması vs. her şey tamamen basılı olması ile ilgili. İkinci sayıyı Yağız Özgen küratörlüğünde yaptık, o da çok keyifli oldu. Aralık ayında da ikinci sayıyı çıkardık, sekiz sanatçının katılımıyla. Şimdi üçüncü sayı hazırlanıyor, o da Haziran ayında çıkacak. Her altı ayda bir farklı sanatçıların farklı bir kavramsal çerçeve içerisinde, basılı bir dergide, katılımcı olarak yer aldıkları bir mecra. Bunun çok uzun yıllardır devam etmesi ve böyle bir projeyle sanatsal yapılarda zorunlu olanın ne olduğunu, diğerlerinin aslında zorunlu olup olmadığını, bir mecranın dört duvar veya büyük maddi gereklilikler isteyip istemediğini, yani aslında “politik fikirlerimi” bu dergiyle, bu projeyle biraz daha açık etmiş oluyorum.