Zaman bilinmez bir geleceğe doğru akarken, hafızanın ağlarına takılan imgeler bir an için de olsa bizi geçmişe, köklerimizle tekrar buluşmaya davet edebiliyor. Lara Ögel’in “Günün Sonunda” sergisinde yer alan Evler Odalardı Unuttum… adlı yerleştirmesi, zamanın ve dünyanın hızlı değişimine direnen tanıdık bir yatak odasının hayaletini sunuyor. Yerleştirme, bulunduğumuz coğrafyanın yaşam alanlarından aşina olduğumuz bir yatağın çıtalarını ve “aslan ayağı” olarak bilinen ayaklarını, gerek rengi gerekse dokusu ile uyandırdığı çağrışımları, iç mekânla ve o mekânın sakinleriyle kurulan ilişkileri barındıran bir enstantane sunuyor. İskeletin altındaki alana yayılan toprak ve çim örtüsü; hafızanın, tıpkı doğal süreçlerde olduğu gibi doğan, ölen, toprağa dönen ve yeniden yeşillenerek form değiştiren döngülerine dikkat çekiyor. Lara Ögel’in yerleştirmesi, otobiyografik olduğu kadar evrensel de olan, çim gibi kökleriyle tüm varoluşu saran belleğin izini sürüyor.
İstanbul’da yaşayan ve çalışan sanatçının pratiği video, nesne, desen ve kolaj gibi farklı teknikleri kullandığı mekân ve bağlama özgü çalışmaları kapsıyor. Daha önce Beirut Art Residency ve Cité Internationale des Arts misafir sanatçı programlarına katılan Ögel, geçmiş ile gelecek, hatıra ve hayal arasındaki mesafelere odaklanıyor. 2018’de Galata Rum Okulu’nda “İmtidâd” adlı kişisel sergisi gerçekleşen sanatçı, arşivlerden yararlanarak okulun unutulmaya yüz tutan renklerini gün yüzüne çıkarmıştı. 2019’da Açıkekran’da “Kamusal Sırdaşlık” sergisini gördüğümüz Ögel, 2020'deLondra Somerset House’ta “Mushrooms” sergisinde de yer aldı.
Lara Ögel’le “Günün Sonunda” sergisinde yer alan yerleştirmesi, doğanın döngüsünü içselleştirebilmek ve pandemi döneminde toplumsal yasla ilgili konuştuk.
Bu konuşmayı OMM’un “Günün Sonunda” sergisine eşlik eden podcast serisinde dinleyebilirsiniz.
Evler Odalardı Unuttum… adlı yerleştirmenizle OMM’un “Günün Sonunda” sergisinde yer alıyorsunuz. Bugün tamamen sesli bir formatta olduğumuz için yerleştirmeyi en azından görsel olarak tanımlayacağım. Bir yatağın, özellikle 60’lı 70’li yıllardan, ya da kimimizin babaannemizin evlerinden hatırlayabileceğimiz; “Aslan ayağı” tabir edilen mobilya ayaklarından ve çıtalardan oluşan çerçevesini, hatta müsaade ederseniz, belki bir hayaletini görüyoruz. İskeletinin altındaysa sanki doğa kendine ait olanı geri almış gibi biraz toprak ve çim var. Bu yerleştirmeden biraz bahseder misiniz?
Tabii ki. Bu, sizin de dediğiniz gibi, bir babaanne yatak odası esasında. Bu eseri 2016 yılında ilk defa gösterdim Atina’da. Fondazione Prada’nın açık çağrı yaparak gerçekleştirdiği bir küratöryel sergi projesinin içerisinde gösterildi. Serginin küratörüyle aslında bir sene evvel sanırım Beyrut’taki konuk sanatçı programında tanışmıştım, kaynaşmıştık. O sırada kafa yorduğum şeylerden bir tanesi köklenmekle ve aidiyetle alakalıydı. Çünkü, Türkiye’nin de belki, özellikle Beyrut’un ve Türkiye’nin de bulunduğu böyle çok köklü topraklarda, coğrafyalarda bazen kimliğimizin ne olduğunu düşünüyordum, aynı zamanda da ait olma üzerine düşünüyordum. Aile teması diyeceğim ama tabii ki aile bir bütün; onun her türlü dokusuyla ilgilenmekteyim ve en basit kökün aile olduğunu düşünerek bunun üzerine bir çalışma yapmak istedim. Yani oraya bir köklenmek istedim. Benim köküm neredir? Nerededir? Onu araştırıyordum, düşünüyordum. Bu beni küçük çağrışımlar ve etkileşimler üzerinden çocukluk anılarıma götürdü ve aslında hayatta ilk hareket halinde katıldığım, bir şeylere dokunduğum, oyun oynadığım, masal dinlediğim, keşfettiğim sahneyi düşündüm. O sahne çok vakit geçirdiğim babaannemlerin yatak odasındaydı. Oraya döndüğümde de odada emekleyerek keşfe çıktığımı, birtakım şeylerle karşılaştığımı ve onları kaydettiğimi düşündüm. Bu karşılaştığım şeyler de yatak odasında mobilyaların “pati” diye tabir edeceğimiz, aslan, köpek, kedi, ne ise artık, ayaklarıyla karşılaşma ve onlarla bir ilişki kurma üzerineydi. Fakat benim sorduğum soru aynı zamanda şuydu; İnsanlar bir yere köklenirlerse, kök salarlarsa ve var olurlarsa, daha sonra da yok olurlarsa, başka bir hayata göç ederlerse ne devrediliyor? Doğa neyi alıp neyi götürecek? Neyi bırakacak geride? Yani doğa bizi alıp götürüyor mu? Yerine ne geliyor? Bunun gibi sorularla yola çıkmıştım 2016’da ve küçük iskeletlerin, hayaletlerin, küçük kök parçacıklarının, kullandığımız, zamanla aşınan belki birtakım parçalarımızı da içeren nesnelerin, partiküllerin, fragmanların kaldığı ama hayatın döngüsünde bir yandan da oluşuma tanık olduğumuz, başka bir hayatın tekrar çıkmasını, yeşermesini içeren bir sahne ortaya çıktı.
Evet, insan olmayan bir hayat.
İnsan olmayan bir hayat evet, ama hayat, ama döngü. Bir yok oluş ve tekrar oluş var, aslında bu bir döngü ile de alakalı, ölüm ve tekrar canlanmak gibi bir şeye göz kırpıyor. Bunu 2019’da Hannah Barry Gallery’de, Londra’da, “hatırlama” teması üzerine adlandırabileceğim bir sergide tekrar sergiledim. Bu esnada bir video da vardı işin içinde, Mobilyaların Rüyaları. Onu da şey olarak düşünmüştüm, yine o bıraktığımız izlerin hatıralarını nesneler nasıl saklıyor olabilir? Neyi saklıyor olabilirler? O dokunma anlarından oluşan, aynı zamanda duyguların da neredeyse suya dönüştüğü ve bir sel olarak üzerimize üzerimize geldiği, bir şehri donatan hatta birtakım görsellerden oluşan bir aile arşivinin montajlanmasıyla gerçekleşti.
Şimdi de hem küratöryel yaklaşım olarak, hem de o seneden bu seneye hayatımızda, aslında toplumsal olarak değişen birtakım şeyler üzerinden bu işi tekrar yorumlayarak yerleştiriyorum. Aslında hem ne kadar büyüdüğümü, masal dinlemekten başka bir evreye geçişimi görebiliyorum, hem eserin, yerleştirmenin gerçekten daha da köklendiğine ama aynı zamanda filizlendiğine ve o, neredeyse kaos bile diyebileceğimiz, oluş ve bozuluş halini içerdiğine tanık oluyorum ve bu beni çok heyecanlandırıyor.
Bu bahsettiğim yaşamın döngüsünün gözlemlendiği, oluş ve bozuluşun bir arada olduğu sahnede, topraktan çimin çıktığını görüyoruz. Orada yeniden oluşan canlılardan çimi seçiyor olmamın sebebi; çimin de mantarlar gibi tek tek yapraklardan, biriciklikten oluşan, aslında bütünlüklü bir bütünü oluşturan bir “network” olması. Yani bütün çimler tek tek gözükse de onların hepsi bir diyebiliriz. Ya da mantarlar da öyle tek tek gözükse de çok acayip, büyüdükçe genişleyen bir “network”e sahipler. O yüzden çimler esasında orada bizim biricikliğimize ve aslında bir yandan da bütünlüğümüze gönderme yapıyor. Her birey bir çim olabilir, ama aynı zamanda hep birlikte bir çimiz gibi bir düşünce vardı.
İnsana 2020’yi yaşayınca herhalde gündemin bu kadar yoğun olduğu bir sene daha olmamıştır gibi geliyor, ama bir yandan da tabii ki öyle bir şey yok, herhalde en az bu kadar korkutucu seneler olmuştur. Ya da korkunç demeyelim de, herkesin bu kadar eşit bir şekilde hem bireysel hem toplumsal değişimler yaşamak zorunda kaldığı bir yıl. Tüm güncel meseleler arasında, kendinizi en çok ne üzerine düşünürken buluyorsunuz?
Aslında demeye çalıştığım, şu andaki bağlamında bu eseri tekrar göstererek, her seferinde düşündüğüm şeyleri, endişelerimi ve aciliyetlerimi de işe katarak büyütmekteyim. Şu anda bence toplumsal bir şaşkınlık ile bir bilinmeyene doğru hareket etmekteyiz. Bir hatırlama eylemi kesinlikle var! Ama aynı zamanda şunu biliyoruz, bazı şeyleri hatırlamamalıyız ki yeni şeyler inşa edelim. Ben bunların üzerine düşünüyorum şu anda. Bunları içeren aslında en temel soru sanırım ölüm sorusu; yani ölümle yüzleşmek, ölümlülüğümüzle yüzleşmek. Her şeyin aslında ölümlü olduğu gerçeği. Dünya sonsuz bir entropi üzerine kurulu, var olan her şey kendi biricik tek küçük atomuna doğru ilerlemek istiyor. İnsan beyni biraz daha karmaşık, zaman atlayabiliyor - bazen geçmişe gidiyor, geleceği hayal ediyor, “anda” olmaya çalışıyor - bütün bu bilgilerin içerisinde biz nasıl bir gelecek kuracağız kendimize? Neyi hayal edeceğiz? Bu cevabını bulabildiğim bir soru kesinlikle değil. Ama baktığımız okuduğumuz birtakım kaynaklar, Roy Scranton’ın Ölmeyi Öğrenmek isimli kitabı mesela, aslında hayatımızın kırılgan oluşunu gerçekten kavrayabilmenin, hatırladığımız şeylere emek harcamanın, doğanın döngüselliğini kavrayabilmenin, toprağı görüp hem onun sembolize ettiği toprağa dönme hissiyatını aynı zamanda başka bir şeyin de filizlendiğini ve devam ettiğini, bir döngüsellik ve dönüşüm içerisinde olduğunu kabul etmenin “ölmeyi öğrenmek” olduğunu söylüyor.
Biraz döngüden bahsettik. Aslında döngüyle barışmanın neye benzeyeceğinden, ve ölümü ya da yaşamı kabul etmenin de aynı zamanda ondan geçtiğinden, konuştuk. Çok iyi tanıdığımızı düşündüğümüz bir şeyin ani bir şekilde değiştiği Eylül 2020’de sence kolektif bir matem söz konusu mu?
Kesinlikle, bir yas döneminde olduğumuzu düşünüyorum. Tabii ki herkesin yas dönemi farklı gelişebilir. Kimisi tamamen geriye dönüp bütün anılarını süzer, onlar üzerinden yaşar ve tekrar çağırmaya çalışır, ki bu bence gerek politikada, farklı coğrafyalarda, farklı insan yaklaşımlarında kendini gösteriyor. Bu eskiye dönme, retro, hatırlama eylemi ile sürekli bir toplumsal yas yaşıyoruz bir yandan da bütün dünya, insanlık olarak; çok acayip, özellikle bizim yaşımızdakiler. İnternetin gelmesi, bilgisayarların bir anda çok farklı bir şekilde hayatlarımıza girmesi, cep telefonları, ekranlar, AI, uzaya gitme, Mars'ta yaşama, koloni kurma hayalleri o kadar hızlı ve arka arkaya oldu ki… Birtakım yasları tuttuğumuzu düşünüyorum, ama yas tutup nasıl ilerleyeceğiz aynı zamanda? Sadece geriye bakarak mı? Yoksa ileriye de bakmamız gerekir mi? Ve bunu nasıl yapacağız? Neyi hatırlayıp neyi hatırlamayacağız, kasıtlı olarak neye dikkat edeceğiz? Hangi hatırlayışımıza emek harcayacağız?
İnternetin gelmesi, bilgisayarların bir anda çok farklı bir şekilde hayatlarımıza girmesi, cep telefonları, ekranlar, AI, uzaya gitme, Mars'ta yaşama, koloni kurma hayalleri o kadar hızlı ve arka arkaya oldu ki… Birtakım yasları tuttuğumuzu düşünüyorum, ama yas tutup nasıl ilerleyeceğiz aynı zamanda?
Yas, bu soruları doğurdu bence. Yeni bir düzen oluşturma, kaostan bir düzene ulaşma arzusu var, fakat bu yeni düzenin tam olarak nasıl olduğunu bilmiyoruz. Bunlar üzerine çok düşünmemiz gerekir, ve burada sanatçının en büyük rolü de bunun üzerine hayal kurmak ve o özeni, neye özen gösterdiğimizi ve neyle yüz yüze geldiğimizi hatırlamak… bu yas içerisinde sanatın görevi sanırım bu.