Sinan Tuncay, eserlerinde Türkiye’deki baskın heteronormatif kültürü içindeki unsurları ironik bir biçimde görünür kılıyor. Sanatçı, Olamadığım Adamlara Mahsustur (2019) serisinde Türkiye’deki baskın maço ve heteronormatif kültür içinde büyürken hiçbir zaman parçası olmadığını hissettiği kültürel alt grupları ve mekânları keşfediyor. Osmanlı minyatür geleneğinin modern bir yansıması olan Mahrem-i Umumi (2015) serisiyse, Türk toplumunun ritüelleşmiş evlilik sürecinden destek alarak kadın bedeni üstünde kurduğu mülkiyet duygusunu gözler önüne seriyor.
Sinan Tuncay ile bir anksiyete kaynağı olarak toplumsal ritüellere, mekânların beden üzerindeki yaptırımlarına ve bireyle toplum arasındaki sancılı ilişki üzerine gerçekleştirdiğimiz sohbeti OMM’un “Maziye Bakma Mevzu Derin” sergisine eşlik eden podcast serisinde dinleyebilirsiniz.
OMM: Sergide iki farklı dijital kolaj serisi ve bir eserinle yer alıyorsun. Mahrem-i Umumi dijital kolaj, ama minyatür olarak da tanımlanabilir. Bu serideki kolajlarda geleneksel bir düğünden gelin hamamı, gerdek gecesi gibi sahneler görüyoruz. Her sahnede bir kalabalık ve bu kalabalıktan soyutlanmış bir karakterle karşılaşıyor, o karakterin endişesini hissediyoruz. Bu seri üzerinde çalışmaya başlarken aklında neler vardı?
Sinan Tuncay: Yola çıkış noktam şuydu: Nasıl minyatürler Osmanlı padişahlarının, saray hayatının, bir nevi tarihi anlatım, tarihi kayıt biçimi ise ben bu kolajları tamamen günümüze ve toplumsal cinsiyete dair hikâyeler söyleyen bir formatta kullanmak istedim.
Serinin ismi “Mahrem-i Umumi”. İki insanın hayatını birleştirmesi gibi çok mahrem bir şeyin toplumun nasıl bir parçası olup kamusal malzemeye dönüştüğünü anlatmak istedim. Çok kalabalık kareler bunlar, ama bir yanda o yalnızlık ve endişe de var. Bireyin orada o kalabalığın içinde, bütün gözler onun üzerindeyken, ona dayatılan forma, dayatılan role girmeye çabalaması ve belki o role giremeyişine dair bir seriye dönüştü, diyeyim.
Sergideki sana ait diğer seri, Olamadığım Adamlara Mahsustur’da, kolajlardaki pek çok Sinan bizi neredeyse hiç kadın olmayan, çok erkek mekânlarda, Türkiye’deki maço kültürünü keşfe çıkarıyor.
Benim için Mahrem-i Umumi’den Olamadığım Adamlara Mahsustur’a geliş enteresan bir süreç; çünkü kameranın gerisinde dururken, işin içine dahil olmazken, Olamadığım Adamlar’da tamamen işin bir parçası da oldum. Çıkış noktası çok kişisel bir yer: Çocukluğumdan itibaren kendimi hep erkek gruplarından bir tık ayrı konumlandırdığımı ya da o grupların hep biraz dışında kaldığımı gördüm. Bir erkek çocuğundan, büyüyen bir erkekten beklenen çeşitli davranış biçimlerini gerçekleştiremediğimi fark ettim.
Bu projeyi yaparken amacım bu anlara tekrar ışınlanmaktı. Kendimi kullanarak böyle bir grup içinde yer alsaydım ya da sadece ben olsaydım nasıl olurdu sorusunun peşinden gittim. Tamamen o öğrenilmiş bakışlar, maskülen duruş, erkekliğin ne olduğuna dair öğrendiğim rol biçimleri üzerinden bir okuma yapmaya giriştim. Şunu fark ettim: Bu roller o kadar ezberlediğim rollermiş ki, bir şekilde benden doğallıkla akıverdiler. Mesela bir sahnede sokakta top oynayan çocuklar var, bir diğerinde bir asker koğuşu var. Aynı şekilde bir geneleve gitme sahnesi, bir düğün sahnesi var. Yapmadığım, olamadığım, yaşayamadığım, ama “Yaşasaydım nasıl görünürdü?” sorusunun cevabının peşinden koştuğum çeşitli anlar.
Kendi kişisel sürecim ve deneyimim üzerinden daha geniş bir erkeklik okuması yapmaktı hedefim. Çünkü bu sadece bana özel bir şey değil, yani erkek kadın hiç fark etmiyor. Hepimizin üzerine bindirilmiş toplumsal roller var.
Yine “Maziye Bakma Mevzu Derin” kapsamında görülebilen eserin El Bagajım Var (2019) bu konuştuklarımıza birebir bağlanıyor. Bu eserde bir kâğıt bebeğin kendini değil ama kıyafetlerini ve bavulunun içindekileri görüyoruz.
El Bagajım Var’ı yaparken kafamdaki soru, özneyi çıkarıp sadece kıyafetleri, aksesuarları gördüğümüzde onlara bakmanın ne ifade ettiğiydi. Bir yandan çok kronolojik ve çok travmatik, bir yandan ise popüler kültür üzerinden bir toplumsal cinsiyet okuması var. Söz konusu olan benim taşıdığım, hepimizin farklı biçimlerde taşıdığı gerçek bir “bagaj.”
“Olamadığım Adamlara Mahsustur” sergisini açtığım zaman en çok şaşırdığım, beni mutlu eden tepkilerden biri de şuydu: Biz hep bu erkeklik düzeninin ve toksik erkekliğin sorunun kaynağı olduğundan bahsediyoruz, ama oraya dönüp bakmıyoruz. Yani erkek olma başlığının altında neler yaşandığını konuşmuyoruz. Çocukluktan itibaren erkek yetiştiren bir düzen var. Esas sorgulanması gereken, esas cevabın aranması gereken yer o sistem: “Neden böyle yetiştiriyoruz bu erkekleri?