“Karantina”: Bir anda hayatlarımıza girdi, ne kadar süreceğini bilmiyoruz ve 2020’de “yılın kelimesi” olmaya aday. (Bir ihtimal gözünüzden kaçtıysa, 2019 yılının kelimesi“ iklim acil durumu”ydu.)
Koronavirüs salgını dünyanın şu anki sakinlerinin şahit olduğu ilk felaket değil, ama aynı karmaşayı, herkese her yerde aynı anda yaşatmasıyla, hayatlarımızın mikro ve makro ölçeklerde sandığımız kadar ayrı olmadığının umursamaz bir işaretçisi. Virüsten kaçmak için gidebileceğimiz bir ülke, virüse bize bulaşmaması için verebileceğimiz bir rüşvet yok. Normal şartlar altında “durmamak” üzerine inşa edilmiş sisteminse yavaşlamamak, ya da dikkatini sadece kârlılığa vermek gibi bir şansı yok. Avrupa Birliği gibi şimdiden çok kurulduğu geçmişe ait kurumlar varoluş prensiplerini sorgular, “evden çalışmak” gibi ana akımda kabul görmeyen pratikler yeni normalimiz olurken bir dünya dolusu insan, boş sokaklara pencerelerimizden bakıyoruz.
“Karantina” lafı geniş bir insan grubu tarafından sahiplenilse de, virüs taşıma riski olmayanların evden çıkmayarak yaptığı şey aslında “sosyal mesafelenme” ya da "izolasyon". Moda alanındaki çalışmalarıyla tanıdığımız fotoğrafçı ve yönetmen Osman Özel ise, 17 Mart’ta Paris’ten İstanbul’a vardığından beri, Başakşehir’deki bir yurtta, devlet tarafından belirlenmiş şartlarla, resmî olarak karantinada. Özel’in dış dünyaya hasretle bakan fotoğrafları, sadece kendi deneyimini değil, kendimizi bir anda içinde bulunduğumuz derin izolasyonu da mahrem ve şiirsel bir tınıyla belgeliyor.
Fotoğrafçıyla kendi deyimiyle “pencereden pencereye” karantinada olmak ve bu içine kapanık yeni dünya üzerine konuştuk.
Birinci Gün: Varış, Panik. Sanki vebalıymışız.
“Bir toplantı için Paris’teydim, İstanbul’a dönmek üzere yola çıktığımdan beri bir belirsizliğin içindeyim. Havaalanına giden metroda herkes maskeliydi, uçağa binerken bize sağlık görevlileri eşlik etti.
İstanbul’a indikten sonra uzun bir bekleyiş başladı. Dışarıda gece, uçağın içinde sessiz bir bekleyiş. Yola çıktığımızdan beri küçük bir ülke gibiyiz. Sonunda bavullarımızı bagajdan çıkarıp bir kanadın altına yığdılar, ama bavullara kimse dokunmuyor. Herkesin kendi bavulunu bulup almasını söylediler, normalde bant başında yaşanan kargaşa bu gece pistin hemen yanında, analog bir şekilde yaşanıyor. Sanki vebalıymışız, kimse bizimle konuşmak bile istemiyor.
Otobüslere ayrılıp neresi olduğunu bilmediğim bir yere götürülüyoruz. Sonradan burasının Başakşehir Kanuni Sultan Süleyman Öğrenci Yurdu olduğunu ve toplam 3300 kişi olduğumuzu öğreneceğim. Büyük bir salonda, birbirlerine birer metre mesafede dizilmiş sandalyeler bekliyor bizi. Biraz düğün, biraz amfide yapılacak ders hissi var.”
İkinci Gün: Zaman hiçbir işe yaramıyor, çünkü alan yok.
“Hayatım boyunca deneyimlediğimden çok daha fazla zamanım olduğunu fark etmem çok kısa sürdü. Bu kadar zamanım varken kaçta kalktığımın bir önemi olmadığını da hızla fark ettim.
İçinde yaşadığımız dönem, fiziksel mekanın önemini gittikçe daha çok kaybettiği bir zaman. Virüsün şu sıralar hızla yayıldığı megaşehirlerde evlerimiz küçüldü, ofislerimiz zaten bir süredir laptoplarımızda, kutu gibi evlerimizin bir köşesinde yaşıyor. Bana atanan yurt odasında sadece pencereyi açmaya iznim var. Koridorlara çıkmam yasak, bahçeye de.
Alan olmayınca bu kadar zamanın hiçbir anlamı yok. Yerimde duramıyorum.
Bugünün en anlamlı yanı eşimin yurda gelmesiydi. Görüşemedik ama bana evimizden birkaç parça eşya getirdi. En önemlisi de onu, en yakın arkadaşımı ruhen yanımda ve yakınımda hissettim.”
Üçüncü Gün: Hayvanları Yeme(me)k.
“Karantinayla ilgili dışarı çıkamamaktan sonraki en kötü şey, kendi seçimlerimi yapamamak. Kendi evlerinde, kendi eşyalarının içinde kalan insanlar biraz daha mutludur diye düşünüyorum. Burada bazı şartlar var ve onlara uymak zorundasın. Örneğin üç gündür önüme gelen etli yemekler.
2015’ten beri vejetaryenim, buraya geldiğimden beri kahvaltı edip diğer öğünlerdeki yemekler arasında etsiz olanları yiyebiliyorum. İlk iki gün yemekleri kapımızın dışına, yere bırakıyorlardı, en azından şimdi odalarımıza veriyorlar. Yemekle ilgili herkesin farklı ihtiyaçları var, komşularımın not kağıtlarında ne yazdığını okumak hoşuma gidiyor.
Dışarıdan aldığım haberlere göre New York’ta restoran endüstrisi battı. İstanbul’da ne olacağı belli değil. Aklım bir yandan herkes evinde kalsın denilirken sipariş için çalışan kuryelerde. Herkes evde kalamıyor işte.”
Dördüncü Gün: Temizlik
“Yurda ilk geldiğimizde tüm odalar hazır değildi, şimdiyse günde iki defa temizlemeye geliyorlar. Fotoğraf çekmenin dışında beni oyalayan şeylerden biri odamı temizlemek. Her gün odamı temizliyorum. Odada dört adet tekli yatak var, bazı günler onları yan yana koyup yatağımı genişletiyorum, bazı günler tren gibi önlü arkalı diziyorum.
Altı-yedi aydır bir hapishane belgeseli üzerinde çalışıyorum, bu proje sırasında konu edindiğim kişinin ruh halini anlamaya çok çalıştım. Şu an anlamaya en yaklaştığım an olabilir.
Merak ediyorum: Burada ruhumu nasıl olgunlaştırabilirim?”
Beşinci Gün: Komşular.
“Buraya geldiğimizden beri her gün birkaç defa ateşimizi ölçüyorlar, bildiğim kadarıyla kimseye test yapılmadı. Bilgi akışı yok, ne kadar burada kalacağımızı bilmiyoruz. Ben bu karantina durumunu yaptığım işle birleştirerek kendimi bir anlamda korumaya aldım. Bazı komşularımsa çok korkuyor. İki-üç sokak ötesine kadar sirenlerini çalarak gelen ambulansların yurda yaklaştıklarında sirenlerini kapadıklarını duyuyoruz. Bazı odalarda kalanları gündüzleri hastaneye getirip götürüyorlar.
Yan komşum B., bu belirsizlikle başa çıkmakta zorlananlardan biri. Bugün değiştirmeye gücümüzün yetmeyeceği durumlarda derin bir nefes alıp yaşadığımızı hissetmemiz gerektiğini söylerek onu teselli ettim.
Oda sakini olmayan diğer komşularımızsa polisler. Geldiğimizden beri bizim kadar sıkılan bir tek onlar var. Günde 12 saat koridordaki sandalyelerde oturup, dışarı çıkanlara geri girmelerini söylüyorlar. Arkadaş olduk.”
Altıncı Gün: Kendimizle problemimiz, içeri bakamamak.
“Telefonum ve iPad’imle dış dünyayı takip etmek, birilerinin sürekli beni arayıp sorması yorucu bir hal almaya başladı. Bitmek bilmeyen ve anlamsız bir trafik bu, derinlikli bir şey konuşmuyoruz, birbirimize bir faydamız olmuyor. Son günlerde insanların vakit geçirmek için icat ettiği garip challenge’lar bana bunu bir defa daha düşündürdü.
Karantinadayken hatırladığım, üzerine düşündüğüm mesajlardan biri şu: Ben bir zincirin halkasıysam, dokunduğum diğer halkalara neyi iletmem gerekiyor?”
Yedinci Gün: Çevrimiçi Tükenmişlik, Ruhsal Karantina
“Dünden beri telefonumu yalnızca belirli saatlerde, eşim, ailem ve birkaç arkadaşımla konuşmak için açıyorum. Whatsapp’ı sildim. Karantina sürecini fotoğraflamaya devam ediyorum, ama bununla ilgili daha az konuşacağım.
İnsanlık olarak bir aynada kendimize bakmak, daha önemli konuları “hepimiz” diye başlayarak düşünmek için eşi benzeri olmayan bir fırsatla karşılaştığımızı düşünüyorum. Ama bu ayna çok tozlu, önce tozunu almamız gerekecek.
Vücudum bir haftadır beni zorlayan bir karantinadaydı. Şimdi ruhum da karantinada.”