Nilbar Güreş’in Yol Ayrımı’nda (2010) farklı yönleri gösteren bir yol tabelasının altında duran kadınlar aynı eşarbı paylaştıkları için birbirlerine bağlıdırlar. Eşarp, her ikisini de tanınmaz ve birleşik kılan bir araca dönüşür, yazgılarını iç içe geçirir. Bu görüntü, farklı bireysel kimliklerin peşinde, kendilerini (anne ve kız çocuk gibi) geleneksel toplumsal rollerden kurtarmaya çabalayan kadınların yaşadığı zorluklara işaret eder. Bir tercih yaptıklarında kendilerine yol gösterecek bir rehberden yoksun oluşları da, karayolu tabelasındaki solmuş harflerle gösterilir. Molla Halil Oğulları ve Haliloğulları mahallelerinin ortasında duran yol ayrımı, erkek isimleri taşıyan benzer iki yöne çıkar.
Nilbar Güreş ile kimlik ve toplumsal roller üzerine gerçekleştirdiğimiz sohbeti OMM’un “Maziye Bakma Mevzu Derin” sergisine eşlik eden podcast serisinde dinleyebilirsiniz.
OMM: Sergide TrabZONE serisinden iki eserin, Yol Ayrımı ve Başüstü (2010) ile yer alıyorsun; ikisinin de kadın figürleri var. Başüstü’nde bir kadının çok ağır yorganları taşıdığını görüyoruz.
Nilbar Güreş: Başüstü’nde görülen kadının ya da fark etmez, herhangi bir bireyin öyle bir yükü kaldırması pek mümkün değil. Fakat kaldırıyor, topluma faydalı olduğu için bundan onur ve sevinç duyuyor. Bu tarz bir çalışma biçiminin, yani hayat biçiminin Karadeniz'de çok yoğun olduğunu görüyoruz. Trabzon, Rize gibi şehirler kadınlar açısından kritik yerlerdir. Buralarda yıllar içinde kadınların inanılmaz yıprandığını, birçok hastalıkla karşı karşıya kaldığını görüyoruz. Çünkü sonsuz bir çalışma sistemleri var. Erkekler asla kadınlar kadar çalışmıyor. Ben bunu tabii ki takdir etmiyorum, kadınların bu kadar çalışmasını da takdir etmiyorum, evlerin o kadar temiz olmasını da takdir etmiyorum.
Yol Ayrımı’nda ise, çok okunamayan tabelaların önünde arkası dönük duran iki kadın figürü görüyoruz; kadınlar birbirlerine başlarından bir yazmayla bağlılar.
Orada yan yana duran ve aksi yönleri gösteren iki tabela var. İkisi de erkek isimleri içeren tabelalar, birinde “Molla” sıfatı var; diğeriyse sade, ama ikisi de erkek. 2010 senesinde ben bu fotoğraf serisini çektiğimde, “laik kesim” ve dindarlar arasındaki gerilim, kutuplaşma çok gündemdeydi. Toplumsal ve politik birtakım değişiklikler olmuştu. Bugün bu kutuplaşmanın kırıldığını düşünüyorum, yolda tesettürlü olan ve olmayan kadınların yürüyüp sohbet ettiğini sık sık görüyorum. Ama ister “Molla” olsun, ister olmasın bu bir erkek toplumu.
Benim 2011’de, Sarıyer Büyükdere’de önünde yine iki figürle çektiğim “Ayşe Fatma'yı seviyor” diye bir duvar yazısı var. Yani bu kuir, lezbiyen bir sevgi de olabilir veya biri başörtülü, diğeri olmayan, içinde kutuplaşma olmayan insani bir sevgi de içerebilir. Yazının 2019’da aramızdan ayrılan hayvan hakları savunucusu ve aktivist Burak Özgüner’e ait olduğunu düşünüyorum.
İşlerinde hem malzeme, hem de doku olarak tekstili tekrar tekrar kullanıyorsun. Kumaşlarla kurduğun ilişki nasıl başladı?
Çocukken, dört-beş yaşımda kadınlar bana çeyizlik masa örtüsü hediye ederlerdi. Ben de onlara çok kızardım, “Ben çocuğum, oyuncak hediye istiyorum, niye bana bunları getiriyorsunuz?” diye. Sonra, annem içinde karşı koyamadığı o geleneksel tarafıyla bir şeyler biriktirdi benim için. Anneannem ve dedem İsviçre'ye “misafir işçi” gitmişlerdi, İsviçre'den bize her zaman farklı dokumaların geldiğini ve farklı koktuklarını hatırlıyorum. Köye gittiğimizde—Bingöl’de bir Kürt-Alevi köyü—oradaki nesnelerin ve kumaşların ahşap veya hayvan derisi koktuğunu anımsıyorum.
Yine çok küçükken böyle bize hediye gelen bir masa örtüsünü anneme verip “Ben ileride bununla bir şey yapacağım, benim için bunu sakla” demiştim. Sahiden de 2006'da onunla bir resim yaptım. Bilmiyorum, belki bankacı olsam, o nesneler elimde olmayacaktı ama sanat yapan birine dönüştüğüm için toplamaya devam ediyorum.