Kendisini “göçebe sanatçı” olarak tanımlayan Alper Aydın, yaşamının önemli bir bölümünü doğayla iç içe bir coğrafyada, Ordu’da geçirdi. Dünyayı ve yakın çevresini sürekli gözlemliyor olması, onu algılama şekli ve yeryüzü sanatı aracılığıyla bizimle konuşması büyüdüğü coğrafyanın öğretisi diyebiliriz.
Bulunduğu her toprak parçasında doğayı izleyip onu anlama, duyma çabasıyla yaşayan sanatçı; eserleri aracılığıyla bizleri de doğayla yeniden iletişim kurmaya ve doğanın ta kendisi olduğumuzu hatırlamaya çağırıyor. Sanatçının bu yeniden bağ kurma sürecindeki müdahaleleri ve buluntu objelerle oluşturduğu yerleştirmeler; insanın doğada yarattığı tahribatı ve bıraktığı izleri düşündürüyor. Çalışmaların işaret ettiği önemli meselelerden biri ise; insanın bu şiddeti kendine, biyolojik bir parçası olduğu dünyaya uyguluyor olması.
Aydın'ın izlerken kendimizinki gibi bir bedenden koparılmış bir parçaya baktığımızı hissettiren; metal bir konstrüksiyondan sarkıtarak sunduğu buluntu odun parçası; Corpus Membratim ise bu meselenin olağanüstü görünür olduğu bir eser. Corpus Membratim “Günün Sonunda” sergisinin odağındaki doğaya verilen zarar, bozulan ekolojik denge ve insan-doğa ilişkisi üzerine yaptığımız sorgulamaların somut bir yansıması olarak karşımıza çıkıyor.
Alper Aydın’la Corpus Membratim ve Yeryüzü Sanatı (Land Art) üzerine konuştuk.
Bu konuşmayı OMM’un “Günün Sonunda” sergisine eşlik eden podcast serisinde dinleyebilirsiniz.
Kendinizi göçebe yaşayan bir sanatçı olarak tanıtıyorsunuz. Göçebe derken neyi kastediyorsunuz? Nerelerdesiniz ve ne kadar geziyorsunuz?
(Gülüyor) Aslında “göçebe” kelimesine yeni karar verdim, ve artık bunu kullanmak istiyorum. Çünkü geçmişte hem çalıştığım, hem ürettiğim, hem de sergilediğim farklı yerler vardı, ve hayatımı sürdürebilmek için dört-beş ayrı şehirde birden yaşıyordum. Dolayısıyla artık bu şehirlerin isimlerini kullanmak yerine “göçebe” kelimesini kullanmamın daha mantıklı olacağını düşündüm. Çünkü aslında hiçbir yere tam olarak bağlı değilim, hiçbir yerde tam olarak bir evim yok. Şu anda mesela ailemle birlikteyim, çalışmalarımın bir kısmını da burada üretiyorum ama iki-üç ay sonra burada da olmayacağımı biliyorum. Başka bir ülkede olacağım, ondan sonra başka bir yerde, sonra yeni bir çalışma yapmak için başka bir coğrafyada. . . Dolayısıyla, göçebe yaşadığımı söyleyebilirim.
“Günün Sonunda” sergisindeki Corpus Membratim isimli işinizden bahsetmek istiyorum. Gördüğümüz anda bir kasabı düşündüren bu çalışmada; metal bir konstrüksiyondan sarkan bir et parçasını andıran buluntu bir ağaç var. Bize biraz eserden ve onu hayata geçirme sürecinizden bahsedebilir misiniz?
Tabii ki. Öncelikle, şunu açıklamak isterim; “Corpus Membratim” Latinceden gelen tıbbi bir terim ve beden parçası anlamında kullanılmakta. Çalışma süreci de aslında şöyle gerçekleşti: Ailem Yason Burnu, Ordu’da yaşıyor. Burası benim de çocukluğumun geçtiği, büyüdüğüm yer. Son yedi-sekiz yıldır fırtınaların artması, sellerin gerçekleşmesiyle birlikte dereler taşıyor, dereler taşarken çevresinde ne varsa; ağaçları, evleri orada yaşayan hayvanları vesaire, alıyor o akıntıyla birlikte bizim yaşadığımız bölgedeki bu Yason Burnu’na getiriyor. Buraya gelmesinin sebebi de şu; burası Orta Karadeniz ile Doğu Karadeniz arasında denizi ikiye bölen bir nokta ve Sinop’tan sonra denizdeki en uç kısım. Dolayısıyla hem gelgitler hem de doğal bir liman görevi görmesi sebebiyle bütün bu akıntıyla birlikte her şey burada toplanıyor. Ben de bu yedi-sekiz yıllık süreç içerisinde bu buruna vuran bütün ağaç parçalarını, hayvan ölülerinden kalan iskeletleri ve diğer parçaları kendi sanat pratiğimde kullanabileceğim bir şekilde toplayıp değerlendiriyorum. Sergide gösterilen Corpus Membratim de benim buradan aldığım bir parça. Normalde sanat pratiğim iki farklı şekilde ilerliyor: Bir, karşılaşmalar; iki, bir fikrin üzerine inşa edilen çalışmalar. Bu karşılaşmayla gerçekleşmiştir diyebilirim. Odunu sahilde gördüm. Formundan ve dokusundan çok etkilendim. Onu bir çalışmamın parçası yapmak istedim ve sonunda tek bir çalışma olarak ortaya çıktı Corpus Membratim.
Peki odunu ilk bulduğunuzda şu anki eser gözünüzde canlanmış mıydı? Yoksa sadece o an onu oradan alıp gitmek mi istediniz?
Açıkçası ilk gördüğüm anda gördüğüm şey bir işti diyebilirim. Adeta kasapta kesilmiş bir hayvanın butu gibi duruyor. Yani zaten form bana çok şey söylüyordu, sadece sergileme pratiği anlamında nasıl bir yol izleyeceğim üzerine düşünmem gerekiyordu. Araçların motorlarını kaldırmak için kullanılan vinç sistemini de bulmamla birlikte zaten çalışma bitmiş oldu.
Bu işinizde insanın doğa üzerine uyguladığı şiddeti nesnenin hafızası üzerinden bize gösteriyorsunuz. İnsan-doğa ilişkisi bir süredir üzerine düşündüğünüz bir konu olduğunu biliyorum. Sizce iklim krizini ve gezegenin kaynaklarının tükenmesini daha yoğun hissettiğimiz son yıllarda doğa ve çevrenin sanatta kullanımı farklılaştı mı?
Aslında bu soruyu anlatabilmek için sanat ve evre durumunu biraz geçmişten almak lazım. Buna baktığımızda ilk başta 1960’larda ilk üretimlerin ortaya çıktığını görüyoruz. Terminolojik anlamda ilk sergi New York’ta 1968 yılında Virginia Dwan tarafından Dwan Galeri’de “Land Art” olarak açılıyor. Bu noktadan sonra üretimler başlıyor. Üretimlere ve neden üretildiklerine baktığımızda ise şunu görüyoruz; o zamanlar Amerika’da o arazilerde, Nevada Çölü’nde, büyük tahribat var. Petrol aranıyor ve büyük sanayi atıkları yaratılıyor. Bu durum karşısında sanatçılar duyarsız kalamıyor ve bu arazileri yeniden eski hallerine getirmek istiyorlar. Bunu sanatsal bir pratik olarak ele alan birçok sanatçı çıkıyor ortaya. Ama o dönemdeki çalışmalar, o ekolojik tahribat yalnız o coğrafyada gerçekleştiriliyordu çünkü teknoloji bizim bulunduğumuz bu coğrafyalara o kadar fazla gelmemişti. Fakat şu anda bugün üzerinden bu durumu okursak bu tahribatın her yerde olduğunu görüyoruz.
Üretimlere baktığımızda ise şunu görüyoruz; petrol aranıyor ve büyük sanayi atıkları yaratılıyor. Bu durum karşısında sanatçılar duyarsız kalamıyor ve bu arazileri yeniden eski hallerine getirmek istiyorlar.
Üretimlere ve neden üretildiklerine baktığımızda ise şunu görüyoruz; o zamanlar Amerika’da o arazilerde, Nevada Çölü’nde, büyük tahribat var. Petrol aranıyor ve büyük sanayi atıkları yaratılıyor. Bu durum karşısında sanatçılar duyarsız kalamıyor ve bu arazileri yeniden eski hallerine getirmek istiyorlar. Bunu sanatsal bir pratik olarak ele alan birçok sanatçı çıkıyor ortaya. Ama o dönemdeki çalışmalar, o ekolojik tahribat yalnız o coğrafyada gerçekleştiriliyordu çünkü teknoloji bizim bulunduğumuz bu coğrafyalara o kadar fazla gelmemişti. Fakat şu anda bugün üzerinden bu durumu okursak bu tahribatın her yerde olduğunu görüyoruz.
Sizin de “Türkiye’de Yeryüzü Sanatı” adında bir teziniz var ve Yeryüzü Sanatı yani “Land Art” kendi içerisinde farklı düşüncelere ayrılıyor. Kimi sanatçılar, galerilere ve müzelere tepki olarak eserlerini bu mekanların dışında üretmeyi tercih ettiği için, kimi sanatçılar sanatın ticarileşmesine tepkili olduğu için, kimi sanatçılar sanat mekânlarının ve kullanılan malzemelerin sanatını sınırladığı düşüncesinde olduğu için, kimi sanatçılar ise sizin demin söylediğiniz gibi ekolojik kaygılardan dolayı doğada çalışmayı tercih ediyor. Sizin üretimleriniz bu noktada nerede duruyor ve tezinizin sonucunda Türkiye’de “Land Art” ne durumda?
Öncelikle, ben bir toprak parçasının üzerinde durduğumda sadece o toprak parçasının, o coğrafyanın salt görünümünden yola çıkmayarak, toprak parçasının katmanları arasına inmeye çalışıyorum ama bunu bilişsel anlamda yapmaya çalışıyorum. Jeolojik, arkeolojik ve sosyolojik olarak bilgisine sahip olmaya ve bu bilgileri harmanlayıp bu havuzdan bir çalışma oluşturmaya çabalıyorum. Aynı zamanda bu durumun biraz spiritüel bir tarafı olduğunu da düşünüyorum çünkü bu bilgilere sahip olmak biraz geçmişten gelen bir durum. Bütün bu bilgiler sonucunda da yapmaya çalıştığım şey; “İnsanlarla doğa arasında nasıl bir diyalog kurabilirim?” sorusuna cevap bulmak. Yani insanlara bu doğanın bir parçası olduklarını nasıl gösterebilirim, anlatabilirim? Bunu yapmaya çalışıyorum. Bunu yaparken de tek bir disiplin kullanmıyorum.
Türkiye’de “Land Art” konusu da şöyle; o gün o tezi yazarken ve bu konuda okuma yaparken Türkiye’deki “Çevre Sanatı” bilgisi anlamında büyük eksiklik olduğunu fark etmiştim. Evet, bilgiler vardı; ama dağınık bir şekilde bulunuyorlardı. Mesela bu konunun Amerika’da ilk olarak 1968’de literatüre geçtiğini görüyoruz ama Türkiye’de bu konudaki ilk çalışma 1974’te Trabzon’da Yücel Dönmez isimli bir beyefendi tarafından gerçekleştirilmiş. Hatta İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde bulunan yine bu tarihlerde (1974 - 1975) “Çevre Sanatı” adı altında Türkçe bir kitap da çıktı ortaya. Ben de bunları tek bir kaynak altında toplamak istedim. Bunlar çok önemli bilgilerdi ve şu anda günümüze kadar üretilen çalışmaları paylaşmam gerektiğini düşünüyordum. Tez o şekilde ortaya çıktı.
Bir önceki soruya cevap verirken insan-doğa ilişkisine değindiniz. İnsanın doğayı karşısına almaması gerektiğini savunduğunuzu algılıyoruz. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Kesinlikle insanlığın doğanın karşısındaki bir yapı olmadığını, tıpkı doğadaki diğer varlıklar, hayvanlar ve bitkiler gibi bu gezegenin biyolojik bir parçası olduğunu düşünüyorum. İnsanlığın dünya üzerindeki var olduğu tarihe baktığınızda bilim adamları 280000 yıl kadar öteye götürüyorlar. Dünyanın yaşına baktığımızda ise dört buçuk milyar yıldır dünyanın var olduğunu görüyoruz ve dünya bugüne kadar altı ayrı dönem yaşamış. Biz şu anda altıncı dönemdeyiz ve bu beş ayrı dönemde birçok varlık gelip gitmiş. Mesela dinozorlar beşinci dönemde var olmuşlar. Ben, insanlığın da aslında diğer varlıklar gibi bu dünyadan gelip geçen bir yapı türü olduğuna inanıyorum. Aslına bakarsanız düşünen bir yapı olarak 280000 yıldır varız ama DNA’mıza indiğimizde ise şöyle bir karşılaşma yaşıyoruz: Mikron bağlamında iki buçuk milyar yıldır var olan bir yapıyız ve bu mikronların içerisinde sadece insanlar yok. Doğadaki bütün diğer varlıklar eşit oranda var. Bu yüzden insanın doğadan bağımsız olduğunu ya da onun karşısında olan bir varlık olduğunu söylememiz çok yanlış olur. Çünkü aksine tam olarak onun biyolojik bir parçasıyız.